15 49.0138 8.38624 arrow 0 none 0 4000 0 horizontal https://koraysaridogan.com 300 0 1
theme-sticky-logo-alt

Jung ile Karşılaşmalar – I · “Giz”

“İnsanların anlamadığı şeylerden söz etmenin ve yanlış anlaşılmanın verdiği yalnızlıktan yeterince acı çektim.” Böyle diyor Carl Gustav Jung.
 
Hayatın bir kitapla değişeceğine inanmam. Kitaplarla değişeceğine inanırım.
Doğru bir kitabı veya yazarı doğru zamanda okuyunca parçaların nasıl da birleştiğine çok kez şahit oldum.
33 yaş döngümde ise bunu Jung sağladı.
 
Çocukluğumdan beri okuduğum, hissettiğim pek çok şeyin ortasında, aslında hep oradaymış gibi belirdi ve “bana öyle geliyordur” dediğim şeyleri doğrulamakla kalmadı, bundan sonraki yolumun rotası için de omuz verdi, veriyor.
 
Yazdıklarını okurken aklımda uçuşan balonların ipini kaçırmamak için notlar almaya başlamıştım. Zaman geçince bu notları başkalarıyla paylaşmak istedim. Okuduğunuz, bu notların ilk bölümü.
 
Benzer bir deneyimi Jung, Nietzsche ile yaşamıştı. “Beni alıkoyan, onun gibi olmaktan gizli gizli korkmamdı. Onun da çevreden kopmasına neden olan bir ‘giz’i vardı,” demişti.
 
Bu cümlede iki önemli işaret var benim için: Biri, “çevreden kopmasına neden olan” kısmı.
 
Yazdığım karakterleri yeterince gerilimli yapamadığımı fark etmiştim yıllar önce, sebebi belliydi: Ben de öyleydim. Kafam, her şeyle ama her şeyle ilgili “Ya öyle olsaydı?” sorusuyla çalışır çocukluğumdan beri. Kafamın içinde olabilecek en saçma ama olası ihtimalleri, şiddet, cinayet, ölme ve öldürme biçimlerini düşünürken hatta kim olduğu önem arz etmeksizin kendimi bir anda karşımdakinin nasıl seviştiğini, sevişirken nasıl sesler çıkardığını hayal ederken bulmama rağmen; yaşadığım dünyanın da hayatın da gerçekliğine ikna olmak bir yana, herhangi bir ikna oluştan yaş aldıkça daha da uzaklaşırken, hayattan herhangi bir anlamda kopuk olduğum bir an bile yaşamadım.
 
En büyük aşk acım birkaç ay sürdü, en rezil günümün sabahında herkesten önce uyanıp evime gittim, bağımlılıklara karşı doğuştan bağışıklığım vardı, hiçbirine düşmedim.
 
İçimde karanlık, kopuk, her şeyi yapabilecek biri varken dışarıda sağlamaya çalıştığım ve bunu kimse için değil yalnızca kendim için yapmaya çalıştığım bir hayat, bir karakter inşa etmiştim -ki karaktere de pek inanmadım bu yaşa dek.
 
Jung’un Nietzsche’de gördüğünü ben kendimde çok aradım ama bunun yerine çok yakın ve kuşkusuz benden daha zeki arkadaşlarımda gördüm. Bağımlılıkların, zayıflıkların, ailevi travmalarının döngüsünü kıramayışların -veya kırmak istemeyişlerin- ötesine geçemediklerini hatırladıkça Uluma şiirinin ilk dizesinde bulmuşumdur kendimi hep:
 
“gördüm kuşağımın en iyi beyinlerinin çılgınlıkla yıkıldığını, histerik çıplaklıkla açlıktan geberdiğini”
 
Hayır, kendimi sıyırmakla ilgili bir başarı hikâyesi değil bu. Aksine, ben her zaman en büyük savrulmalara gıpta etmişimdir. Neden savrulmadığımı hiç bilmeyerek, bir yerden sonra bilmek de istemeyerek… İçimdeki o doğmamış savrulmaları, yazdığım karakterlere yükleyerek yerine getirmeye başlamamın etkisi vardı kuşkusuz. Kadran Kadraj‘ın sıradan bir aşk ve baba-oğul hikâyesi gibi başlayıp ikinci yarısında saykodelik bir fantazyaya dönüşmesi de tam bu yüzden, benim kontrolümün dışında oldu.
 
Jung’un Nietzsche’yi anlatırken sarf ettiği ikinci ve asıl çarpıcı nokta ise “giz”di.
 
Anlam yaratma yeteneğimiz, aynı zamanda lanetimiz. Çünkü yarattığımız anlamlar önünde sonunda bir anlamsızlığa açılıyor. Bir yerlerde bir anlam varsa bile onu, kurulmuş ve kurulabilecek tüm cümleleri bildikten sonra hepsini terk ederek öğreneceğiz gibi sezdim hep. Bir araya gelip dönerek göğe yükselen lanetli ruhlar gibi… Joker’in bin bir tezgâhla çaldığı paraları yakması gibi, biz de zamanı geldiğinde tüm anlamları yakmalıyız belki. Ama kazandıklarını öylece savurmak gibi bir yüceliği olmadığı için insanın, ölüm belki de biraz bunun için verilmişti. Bir tür, her şeyi geride bırakma eğitimi… Bir şeylerin son, belki başka bir şeylerin ilk dersi…
 
Kadran Kadraj‘ın açılışında Baba Tahir-i Üryan’dan alıntıladığım o cümle gibi:
“İlim beni cezbetti ve denizin kenarına getirdi. Vecd beni denize düşürdü ve boğulmaya bıraktı. Denizin ortasında ilimden yardım istedim, beni kurtarmadı ve vecd galip geldi ve beni boğazladı. Kurtulmayı istedim; beni kurtaran ancak cehalet oldu.”
 
Neydi o giz? Bir yok-anlam mı? Tüm gizlerin ötesinde tek bir gizden mi bahsediyoruz yoksa bir sebepten beden giymiş tüm ruhların kendi gizlerini diğerleriyle örtüştürebildiği bir ortak anlam mı?
 
Morpheus’un Matrix’i tanımlarken Neo’ya söylediği “Ne olduğunu bilemezsin, ama o oradadır; beynine saplanmış bir kıymık parçası gibi,” sözü, sadece türlü gerçeklik katmanlarıyla değil hepimizin içindeki o gizle mi ilgiliydi?
 

“Benim gizli bir bildiğim var,” diyen Turgut Uyar ile Fâtır Sûresi’nin “O, kalplerde olanı hakkıyla bilendir,” ayetinin bir yerlerde bir kesişim noktaları var mıydı?

Nietzsche’nin “Size Üstinsan’ı öğretiyorum. İnsan aşılması gereken bir şeydir,” diye seslendiği kalabalık, aslında ip cambazını izlemek için toplanmştı.
Yıllar sonra Jung, onun içindeki “giz”den bahsetti.

Çok daha yıllar sonra Turgut Uyar adlı bir şair “Benim gizli bir bildiğim var,” dediği şiirinin başına şu notu düştü:
“tel cambazının tel üstündeki durumunu anlatır şiirdir” 

Belki de yegâne ayrım, ipin üstündekiler ve onları öylece izleyenler arasındadır.

 Kutsal kitabın tüm insan için söylediği yerden yalnızca aydınlanmışlar özelinde konuşan Morpheus’a, oradan kendi varoluşunun manifestosunu yazan tek bir şaire uzanan bu giz’in yolculuğu tek tek ruhlarla çoğalıp göğe mi yükselecek, bilmediğimiz bir yerde toplaşıp bir araya mı gelecek yoksa tüm diğer anlamlar gibi, parçalanmak üzere mi yaratıldılar?
 
Jung, bu kısmen uhrevi soruları daha sakin ve erişebileceği noktalarla sınırlı bir hedefle tanımlıyor: “Bilinçdışı bütünlüğümüzün, tüm fiziksel ve ruhsal olayların arkasındaki gerçek olduğuna inanıyorum. Tam bir gerçekleşmeyi sağlamaktadır ve bu gerçek, insanın tümüyle bilinçli olabilmesidir.”

Dinlerin, inançların, öğretilerin, geleneksel veya New Age spiritüalistlerin “arınma, aydınlanma, kurtuluş” gibi göksel amaçlara bağladığı; sözümona yaşam koçlarının, mentorlerin, kişisel gelişimcilerin ise atalarımızın binlerce yıl önce ruhsal ve ilahi şifa için bulduğu öğretileri kariyer ve rahat yaşama kadar indirgedikleri, moda deyimle “kendini gerçekleştirme” diyebileceğimiz bu deneyim Jung’un fikri merkezini oluştursa da bu, muhtemel bir öteki dünya, ölüm sonrası yaşam deneyimini yok saymıyor. Jung’un son derece temkinli ve sakin anlattığı bu ölüm sonrası konusuna sonraki bölümlerde değineceğim.

Şimdilik, yukarıdaki son alıntının devamını hem yeterli bir cevap hem de koca bir soru işareti olarak bırakayım:

“Bilinçliliği elde etmek genel anlamda kültür demektir ve bu sürecin özü ve kalbi kendini tanımaktır.”

Tıpkı Delphi tapınağının girişinde yazan, Neo’nun Kâhin’i ziyaretinde gördüğü “Temet nosce”, yani “Kendini tanı” şiarı gibi.

“Doğu felsefesi benliği, tartışmasız, kutsal varsayar; eski Hıristiyanlığa göre de kendini tanıma, Tanrı’yı tanımaya giden yoldur,” diye bitiriyor Jung.

Çocukça ama bir yandan da gerekli bir soruyu soralım o zaman: “Tüm bunlar bizim ne işimize yarayacak?”

Öyle ya, bilimsel gelişimini silahlanmada kullanan, atomu parçalayıp kitleleri saniyeler içinde öldüren ama küresel bir salgını birkaç ayda çözebilecek bir aşıyı dağıtamayan -veya dağıtmak istemeyen- bir medeniyetin en altındaki bireyleriz. Üstelik doğduğumuz coğrafyada masumların, kadınların, ağaçların, çocukların ve hayvanların tecavüze ve cinayete kurban gitmemesi için hep birlikte hâlâ can çekişiyoruz. İnsanların açlıktan intihar ettiği, kirli adamların tezgâhlarında vergilerimizin, haklarımızın uyuşturucuya, silaha, fuhşa harcandığı, özgürlüğün her türlüsünden alıkonulduğumuz bir ortamda, kişinin kendini tanıması, bir tür aydınlanmaya ulaşması, dünyayı okuması ona ne sunacaktır?

Buna benim bir cevabım var, ben o cevabı kendi varoluşum için buldum. Zaman zaman esnemeye, zayıflamaya ve dönüşmeye doğası gereği müsait. Hepimiz öngörülemez bir hayatla ve karakter inşasıyla ilgili kumar oynayarak bir yere varmaya çalışıyoruz. Bu bulduğum cevabın yarınki akıbetiyle ilgili bir fikrim yok ama bu sayede, tek bir cevap olmadığını da biliyorum.

Bazı şeyleri kanıksamak, bazı şeylere yabancılaşmak ve bu ikisi arasındaki mesafeyi olabildiğince daraltmak gerektiğini; dolayısıyla bu dünyanın her şeye rağmen bir acılar dünyası olduğunu kabullendim. Bu kabulleniş, benzerlerinin aksine beni güçlü ve her an harekete geçmeye hazır kılıyor.

Öyle ki, bir gün bir noktada tüm bunların birer illüzyon olduğunu öğrensem bile canımı yakmayacak bir kabulleniş bu. Yaşamak bazen bir oyalanma biçimidir. Bir eşiği beklerken yaptıklarımızdan ibarettir. O eşik var olmasa da…

Bir gün, bir noktada herkesin katılacağı toplu bir aydınlanmadan daha yüksek bir ihtimal varsa, o da tüm bu anlamda bir kişisel aydınlanma olsa gerek.

Cevabınızı bulun. Ama kendiniz bulun. “Giz”inizi size kişisel gelişim kitapları, sertifikalı keşişler, kadim öğretileri şekere bulayıp satan tüccarlar anlatmayacak. Bu yazı da anlatmayacak, ben de anlatmayacağım.

Hayatımız -hepimizin değil tek tek her birimizin hayatı- bir kitapla, bir filmle, bir sözle değişmeyecek.
Bunların tümüyle değişecek.
Binlerce yıldır sünüp uzayan bir seyri -anlamasak bile- az çok sezdiğimizde…
Dio’nun “I” şarkısında söylediği gibi: “Ben açım, besle kafamı…”

Tam burada, yine Jung’un şu cümlesi şık bir kapanış sunabilir bize:

“Çağımız yalnızca bu ânı ve burayı vurgulamaya başladı ve bunun sonucunda insanı ve insanın dünyasını şeytanlaştırdı.”

Jung alıntıları:
Anılar Düşler Düşünceler, Carl Gustav Jung, Can Yayınları, 2020

Fotoğraf: KorayS.

.
2 Yorum
  • Mayıs 12, 2021 at 3:30 pm
    Sulbiye Yıldırım

    “Bilinçliliği elde etmek genel anlamda kültür demektir ve bu sürecin özü ve kalbi kendini tanımaktır.” diyorsunuz ya;
    Yanılıyorsunuz sayın Sarıdoğan. ‘Kültür’ keşke bilinçliliği elde etmemize yardım eden bir olgu olsaydı. Kültürlenmeyle insan hiç olmadığı kadar özünden uzaklaştığına, kendine yabancılaştığına tanıklık ediyoruz bin yıllardır. Üstelik bu özünden uzaklaşma, bugüne gelmesine yardım eden kadim bilgileri unutmasına yol açtı. Artık toprağı, rüzgârı, güneşi tanımıyor. Hayvanları süs eşyası gibi kullanıyor. Hayatta kalma becerisini yitirdi, mücadele etmeyi, yaşam hakkına sahip çıkmayı unuttu.
    Böyle bir dünyada ‘giz’ Turgut Uyar’ın dediğidir; “tel cambazının tel üstündeki durumunu anlatır şiirdir” Ne gördüğünü görür, ne duyduğunu duyarsın. Hep birilerinin göstermesini, hep birilerinin anlatmasını istersin. Sözcüklerin senin değildir. Jung hayatta olsa söylediklerinin de artık zamanını çoktan doldurduğunu; ne insan, ne de dünya, hiçbir şeyin kalmadığını görürdü.
    Geçmişinden geriye bağını koparmadığı sadece kakalak kaldı. Kakalaklar her yerde! Son vuruşu bekliyor, yeni baştan başlamak için. İnsandan önce varlardı, insandan sonra da var olacaklar. Yeni dünyayı onlar kuracaklar. Bu kaçıncı kuruluş olacak bilinmez ama, kakalaklar kadim bilgilerin taşıyıcısı oldukça, bilinçdışımız Tarancı’nın Perişan Sofra’sı gibi;

    “Bir uzun sefere çıktı, diyorlar;
    Gemiyi gören var mı? hani deniz?
    Sen gittin, soframız oldu târumar;
    Doğan günü yadırgıyor hâlimiz…”

    • Mayıs 14, 2021 at 1:32 pm
      korays

      Sülbiye Hanım, selam.
      Aslında Jung’un olan bu cümlede “kültür” her ne kadar psikiyatrik bir çeviri/terim olarak kullanılsa da teorik olarak evet, haklısınız. Öte yandan sizin kullandığınız anlamdaki kültürden değil de kültürü layığıyla taşıyabilecek bireylerin, toplulukların olmamasından mustaribiz. Eski dünyada bilgi, tevazuyla birlikte gelirdi; şimdi bir zerre bilgi bile muazzam bir kibirle geliyor.
      Burada olmanız güzel, okuduğunuz ve yazdığınız için çok teşekkürler. Sevgiler.)

Bir cevap yaz