Carl Gustav Jung’u okurken aklımda uçuşan balonların ipini kaçırmamak için notlar almaya başlamıştım. Zaman geçince bu notları sizlerle paylaşmak istedim. Okuduğunuz, bu notların ikinci bölümü ve sırayla okumanızı öneririm. Yayınlanmış tüm bölümleri görmek için BURAYA tıklayın.
Arthur C. Clarke’ın “Büyü, yeterince anlaşılamamış bilimdir,” sözü misali, bizim de henüz yeterince anlamadığımız, anlamak istemediğimiz hatta bazılarımızın, gözlerine sokulsa bile başka bir sebebe bağlayacağı, ancak bir yerlerde bir şekilde var olduğunu hissettiğimiz bağlar olduğu muhakkak. Ruhu metafizik bir şey, sözgelimi, beden ölünce göğe yükselen uhrevi bir varlıktan ziyade, maddenin bizim henüz bilmediğimiz bir hali gibi ele alıyorum. Jung’la buluşmamızın ilk güçlü noktalarından biri onun ruh tasviri oldu: “Kuşkusuz benim gözümde ‘ruh’, sözü edilemeyecek denli kutsaldı ama özünde onu, arıtılmış havadan daha farklı bir şey olarak görmüyordum.”
Bu yazı dizisine devam ederken ruhu bu şekilde tanımlayıp konumlandırmak iyi olur diye düşündüm.
Yalnızca romanlarıma malzeme bulmak için değil, görünenin ardındaki gizemleri olabildiğince eşelemek için de ezoterik, okült ve psikolojik okumalar yapıyorum. Bu, sonradan ilgi duyduğum bir alan gibi görünse de aslında çocukluğumdan beri bir tarafımın mistik olduğunu biliyordum. Anadolulu, Bektaşi bir ailenin çocuğu olunca sadece fi tarihinde uydurulup da yüzlerce yıl ağızdan ağıza aktarılan masallara değil, hâlâ yaşayanların bile köy yerinde tanık oldukları tuhaf olayları dinleyerek büyüyorsunuz. Buna bir de doksanların o magazine bandırılmış parapsikoloji yayınlarıyla büyüme durumumu ekleyince bir yanım hep gizemlerde takılıp kalıyor ister istemez.
Ama bu iki ucun dışında, belki üçüncü bir uç -hatta fiziksel deneyimlerin ötesinde olduğu için uçtan ziyade kök demek daha doğru olur- olduğunu hissediyorum. Bildiğim kadarıyla psişik yeteneklerim yok; çocukluğumda iyi tarot okuması yapardım, öyle söylerdi annemin misafirliğe gelen arkadaşları. Rüyalarla, kâbuslarla, karabasanlarla ve beden dışı yolculuklarla çocukluğumdan beri mücadele ederim. Bir de bu çağda artık pek çoğumuzun deneyimlemeye başladığı eşzamanlılıkları sıkça yaşarım -aklınızdan geçen bir şeyin karşınıza çıkması olayı…
Ama öte yandan, sanki aramıza set çekilmiş başka âlemlerden anıların hafızama sızdığını da hissederim bazen. Uyku öncesi, derine dalmadan, vaktinden evvel gelen rüyalarda bir şeyler hatırlar gibi olurum. O gün yaşadığım bir olay, biriyle aramda geçen bir konuşma, ziyaret ettiğim bir mekân. Oysa ne öyle bir şey olmuştur ne de öyle birileri, öyle yerler vardır hayatımda ama ben bizzat kendi hayatımın hatırası gibi bilirim hepsini. Gerçekliğin katmanları vardır sanki ve bir iki katman yukarı, bu hayata doğru çıktığımda ancak idrak edebilirim öyle bir şeyin bu gerçeklikte yaşanmadığını.
Okumalara döneyim: Özellikle simya ve gnostisizm okumalarında karşıma çıkmıştı VITRIOL kelimesi. Bu, Latince bir simya formülü olan “Visita Interiora Terræ Rectificando Invenies Occultum Lapidem”in kısaltması, yani: “Dünyanın derinliklerini (içini) ziyaret et, damıtırken (arıtırken) gizli taşı (felsefe taşı’nı) bulacaksın.”
Simya, avama açılan anlamıyla değersiz bir taşı altına çevirme zanaatı olarak bilinse de; ezoterik anlamda insanın kendini derinlere doğru kazarak hem kişiliğinin hem de o kişiliğe gizlenmiş evrensel -belki de ilahi- kodların bulunmasıyla ilgili bir aydınlanma eylemi aslında. Teorik olarak masonik, gnostik, ezoterik toplulukların da tarih boyunca yaslandıkları metafor, en basit haliyle bu.
Bu metafor, eğer bireysel değil de bir sufi dergâhında, bir felsefe veya gizem okulunda, ezoterik veya masonik bir toplulukta katedilen kolektif bir yolculuksa, o zaman karşımıza bir üstat rehberliğindeki “inisiyasyon” veya Türkçe ifadeyle erginlenme olarak çıkar. İçsel bir sınav geçilmiş ve artık “yol”a kabul aşamasına gelinmiştir. Alevilikteki dört kapı kırk makam da buna dahildir, eski Türk veya pagan toplumlarında düşmanı yahut büyük bir hayvanı avlamadan çocuğa ad konmaması veya olgunlaşmamış sayılması da…
Bireysel yolculuklarda ise kişiye genetik veya toplumsal yollarla aktarılan marazlarla yüzleşmek, ondan kurtulmak veya onu dönüştürmek gibi bir sonuca muhtaçtır. Bruce Wayne’nin Batman’e dönüşmesi, çocukluğunda saldırısına uğradığı ve bir fobi haline getirdiği yarasaların kılığına girme cesaretini göstermesiyle olmuştur. Korkusunu yenmek için onu kuşanmıştır.
Alparslan Salt’ın Semboller Ansiklopedisi‘nin “Cehenneme İniş” maddesindeki tanımı, bireysel yolculuğun bir başka yönünü vurgular:
“Teozofik literatürde, menfi düşünce formlarından kurtulma anlamında ‘karmik tortulardan arınma’ olarak ifade edilen cehenneme iniş deneyimi, kimi tradisyonlarda ‘ejder’ini öldürme semboliyle simgelenir.” (Ruh ve Madde Yayınları, s.82)
VITRIOL’ün karşıma çıkmasını sağlayan, yıllardır yazdığım -ve hâlâ yazmakta olduğum- romanım İçini Kaz Kendini Göm‘ün araştırma süreci oldu. Bu romana ve adındaki anlama daha sonra değineceğim. Şimdi Jung’a dönelim.
Jung Anılar, Düşler Düşünceler kitabında çocukken korktuğu “siyah şapkalı adam” isimli hayali bir figürden bahsediyor ve onu yeraltıyla ilişkilendiriyor. Bu adam tarafından yerin altına çekildiğini gören Jung “Çocukluk dönemime ait bu düş, beni yeryüzünün gizemlerine itti. Ondan sonra sanki yeryüzünün içine gömüldüm ve oradan çıkabilmem yıllarımı aldı,” diyor.
Dante’nin İlahi Komedya‘sına da ilham veren ve binlerce kadim metinde karşımıza çıkan üçlü yapıda yeryüzü, sınav yeri olarak sembolize edilir. Burası bir nevi Araf’tır. İlahi olan, gökyüzündedir ve oraya ulaşmak gerekir. Ancak oraya ulaşmanın yolu da yeraltındaki mücadeleden geçmektedir. Tasavvufta “Ölmeden önce ölünüz” sözüyle işaret edilen “aynı hayata farklı biri olarak ikince kez doğma” metaforu de bununla ilgili. Çünkü öldükten sonra, sırf öldü diye farklı bir idrak seviyesine ulaşmayacaktır kimse; aksine, dünyadaki tecrübeleri, kişinin ruhuna adeta bir geçiş mührü vuracaktır. Bu bütün dini, felsefi ve ezoterik kayıtlarda üç aşağı beş yukarı böyle geçer. (Elbette bunu ana akım dinlerin yüzeysel “ödül-ceza” sistemiyle ilişkilendirmediğimi belirtmek isterim.)
Büyük üstat Manly Palmer Hall’un Tüm Çağların Gizli Öğretileri kitabında Eleusis gizemlerini anlattığı bölümdeki ifadeleri dikkat çekicidir:
“Eleusişçi savın özü, insanın ölümden sonra hayatta olduğundan ne daha iyi ne de akıllı olmasıdır. Buradaki geçici misafirliği sırasında cehaletin üzerine yükselmezse, ölünce, sonsuza kadar amaçsız dolaştığı, bu yaşamda yapmış olduğu hataları sonsuza kadar yaptığı ebediyete gider.” (Mitra Yayınları, s.70)
Cehaletin üzerine yükselmenin yolu kendi içine doğru derinleşmekten geçer kuşkusuz ve bu gezegenin koşullarında bu her zaman, her anlamda acı verici olmuştur.
Jung’un “yeryüzünün içine gömüldüm ve oradan çıkabilmem yıllarımı aldı” diye ifade ettiği şey, aydınlanmaya erken başlayan bir zekânın ikinci doğuş deneyiminden başka ne olabilirdi?
Havalı bir yeniyetmeyken, ilk yazdığım roman taslaklarından birinde küstahça yazıya döktüğüm “Yalnızca sıradan insanlar bir kez ölür,” cümlesi Jung sayesinde yıllar sonra bir anlama kavuştu. O zamanlar büyük bir aşk acısı çekiyordum; ilk kez bu kadar deli divane olmuş, altı ay içinde terk edilmiştim. Sonradan sonraya bu depresyonun aslında terk edilmekle değil, çocukluğumdan beri süregelen uyumsuzluğun taşmasıyla ilgili olduğunu fark etmiştim. Kusmak için gırtlağa sokulan parmak işlevini görmüştü aşk.
Sonra yakın arkadaşlarıma toplu bir e-posta atmıştım, bir edebi metin, ama aynı zamanda adında da ifade ettiği gibi “İkinci Doğuşun Manifestosu”ydu bu. O zamanlar felsefede ve psikolojide “ikinci doğuş” diye bir şey olduğundan kesinlikle habersizdim. Alef adında bir roman yazıyordum. Romanın kahramanı Afak, benim yaşadığım gibi bir değişim yaşıyor ve tamamen üretmeye, üreterek kendini tüketmeye dönük bir hayata geçiyordu ve kendine yeni bir ad koyuyordu: Kaf. “Ufuklar” anlamındaki Afak’ın sınırlılığından “Kaf” Dağı’nın masalsı sınırsızlığına geçiyordu.
“Her şeyin başlangıcını yitiriyordu; tüm alfabelerin ilk harfi olan A’yı da yitirdi. Tepetaklak olmuş hayatı gibi baş aşağı döndü adı, Afak öldü, Kaf doğdu” gibi bir şey yazmıştım sanırım. Bunu yazarken de “ikinci doğuş” imgesi öylece belirivermişti zihnimde.
Jung’un bahsettiği, bilinçdışından akan mitlerden payımı almıştım farkında olmadan.
Yıllar sonra, görece olgun bir genç adam olarak ilk romanım Kadran Kadraj’ın karalamalarında “Karanlığını beslemezsen önce ışığını yer,” cümlesini kurmuştum. Ve ondan da yıllar sonra Jung’un tam da bu çocukluk kâbuslarını anlattığı kısımda karşıma çıkan şu cümleyle sarsılmıştım:
“Bugün bunların olmasındaki amacın, karanlığa olabildiğince aydınlık getirmek olduğunu biliyordum.”
Ve bunu Aqouino’lu Aziz Thomas’ın simya bildirisine yaptığı bir atıfla taçlandırıyordu Jung: “Horridas nostrae mentis purga tenebras”, yani “Zihnimdeki ürkünç karanlıkları temizle.”
Jung bahsinde belki sıkça tekrar edeceğim: Tüm bu denk gelişler benim için doğaüstü olayları değil, ancak Jung’un da sıkça bahsettiği, insan düzeyinde “bilinçdışı”yla isimlendirse de özünde onu da aşan bir bütünlükle ilgili olduğunu biliyorum.
Jung, bunu daha muazzam bir söz gücüyle şöyle ifade ediyor:
“Hiçbir zaman sonsuz akışın altında yaşayan ve sürekliliği olan bir şeyin var olduğu duygusunu yitirmedim. Gördüğümüz, geçici bir tomurcuktur. Kök gövdeyse kalıcıdır.”
**
Serinin üçüncü bölümü 25 Mayıs Salı saat 21.00’de yayınlanacak.
Görüşmek üzere…
Jung alıntıları:
Anılar Düşler Düşünceler, Carl Gustav Jung, Can Yayınları, 2020
İşlem tamam!