15 49.0138 8.38624 arrow 0 none 0 4000 0 horizontal https://koraysaridogan.com 300 0 1
theme-sticky-logo-alt

Kaygı

İnsanın kendini asla çözemeyecek olması mı, kolayca çözebileceği bir karakter inşa etmesi mi daha kötü, bilmiyorum.
2019’du, kaygı bastırmıştı.  
Kurtulmak için “Ne olabilir ki?” diye sormuştum, yardımıma yine yazı koşmuştu:
“40 yaşımı geçmişim ve olmasından korktuğum her şey olmuş” varsayımıyla, terapi amaçlı başladığım karalamaların altından, sulara gömülmüş devasa dağlar çıktı. Fi tarihindeki üç saniyelik bir anının bile yılları belirleyebildiğini gördüm.
İnsanın derinliği hem büyüleyici, hem ürkütücüydü.
Ve kaderin büyük oranda genetik oluşu. 
Bu parçaları yazmasaydım, son bir yıldır dahili ve harici bedbahtların üstesinden de gelemezdim.
Bitmedi, ama bitmeye yakın bir bölümünü paylaşmak istedim.
Adı şimdilik #Kaygı, yarın sabah değiştirmeyeceğimin veya hepsini dijital çöplüğe göndermeyeceğimin garantisi yok.

“Anne ben geldim, yoruldum artık
Her yolağzında kendime rastlamaktan”
-Ahmet Erhan, Oğul

Yazgıyla savaşımda ilk kez kaybettim. Buraya kadar iyi bile geldim veya belki de hep kaybediyordum. Bilmiyorum, doğarken yanında getirdiği ve ölene kadar taşıyacağını sandığı bir şeyle mücadeleye girince insan, mağlubiyet ve galibiyet birbirine benzemeye başlıyor. Yıllar önce yazmıştım, “İblis’i kazı, altında Tanrı’yı bulacaksın,” diye. Belki de zafer sandığımız her şeyin altında yenilgi vardı. “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır,” diyen şair farkında olmadan yanıltmıştır belki hepimizi…

Oysa devasa, mitolojik bir yılan gibi geriye esneyip bir sonraki hamlesini hazırlarken gözettim onu hep, çatal dilini can damarıma geçirmek üzereyken yakaladım ve savurdum her defasında. Kaderin Tanrı tarafından fırlatılmış bir topaçtan ibaret olmadığını biliyordum çünkü. Belki yüzlerce kez beden giymiş, burada veya buraya benzeyen dünyalarda bulunmuş yaşlı ruhumdan biliyordum, belki de kuşaklarca uzanan soyağacımdaki, bir tür zekâ veya içgörü yeteneğinin bana aktarılmasından.

Oysa kaderimiz bizimle doğmaz, o zaten buradadır: Ailemizin kanında, geninde, dölünde ve rahminde bizi bekler kucaklamak için. Kucaklamak ve aslında savaşmamız gereken coğrafyaya, ülkeye, şehre, aileye, bedene götürmek için. Ailemizin banka hesabında bekler bizi kader, babamızın öfke sorununda veya annemizin genlerinde ortaya çıkacağı yeni bir seferi bekleyen kalıtımsal deliliğinde. Kimliğimize bayrağı basılan devletin yasalarında, binlerce yıllık geçmişinde bekler, büyüdüğümüz köyün kasabanın kirli sırlarında. Hatta ruhumuzun bizden önce girdiği bedenlerin -varsa öyle bir şey- üzerine vurduğu tecrübe damgalarında. “Şanslı bir hayattı, çok gezdi, yedi içti ama dünyayı okuyamadı, ölümü de şanslıydı, iyi bir hastanede bakılıyordu lakin sıpa gelip eşek gitti,” diye yazan şey de kaderimize dahildir ya da “Kitapları dünyasıydı. Acıyı ve sefaleti gördü. Hayatında hiç başka ülkeleri görmedi ama görenlerden daha çok derinleşti, içine doğru, kendine doğru, dolayısıyla kaynağa doğru,” gibi… Bedenlerimizin başına dikilen mezartaşları bazı şeyleri anlatabilir ama ben asıl, ruhumuza dikilen taşları görmek isterdim.

Kaderimiz, karakterimiz olsa gerekti. Bunu yıllar önce bir romanımda da yazmıştım. Hikâyeler sayesinde öğrenmiştim bunu. Başkalarının yazdıklarıyla değil, kanımda, genimde, zihnimde taşıdığım hikâyeler sayesinde de. Ailemin, akrabalarımın, dostlarımın, sevdiklerimin hikâyeleriyle ilgilenmiştim en başından beri, hiç farkında olmadan. Sevdiğim, nefret ettiğim, seviştiğim şey hikâyelermiş; bu yüzden yazmayı seçmiştim muhtemelen. İnsanlarla başım çoğu zaman iyi olmadı ama yine de inanıyordum insan kendini insanda tanır sözüne. Hikâyelerin nerede değiştiğini, hangi kararın neyi getirdiğini gördükçe, bana aktarılan arızaları da görmüştüm. Bu sayede savurmuştum kaderin hamlelerini, hata yapmamaya çalışarak değil hatalarla doğruların birbirlerine sirayet etmesini engelleyerek başarmıştım.

Ama buraya kadarmış. Kırkıncı yaşımın ertesine… Bunun mutlak bir yenilgi olduğundan emin değilim ama bir zafer de görünmüyor ufukta. Tüm cephanemi kullandım çünkü. Ne için? Mutluluk mu? Hiçbir zaman işini gücünü bırakıp mutluluk arayan müptezellerden olmadım. Yaşamın kimyasında mutluluğun ne kadar önemsiz, onu arayanların da ne kadar boş olduğunu gençken anlamıştım. Amacım, kader yanılgısını olabildiğince yenmekti yalnızca. Ailemin “Bizden ancak bu kadar,” dediği yerde bırakmamak, ötesine geçmek. Yazdığım kitaplar da bununla ilgiliydi, sevdiğim kadınlar da ve tabii, aldığım kararlar da.

Ama şimdi, bir kez daha dönüyorum büyüdüğüm kasabaya, aile evime. Bunun bir yenilgi olup olmadığını görmek istiyor muyum, ondan bile emin değilim.

Anne ben geldim, dizlerin duruyor mu başımı koyacak… Bütün uçak yolculuğu boyunca kafamda dönüp durdu bu şiir. Evin kapısından girdiğimde bizimkilere sarılıp ağlarım sanıyordum ama aklımın geçmişe gitmesi buna engel oldu. Bir hafıza parlaması, küçük bir zaman kayması… Bazen şimdinin diriliği üzerime bol gelip düşer ve çırılçıplak bırakıverir beni. Yalnızca tensel bir çıplaklık değildir bu; büsbütün benliğimden soyunurum.

Kapıdaki o karşılamada da Özkan dayım gelmişti aklıma; bir anlığına ben olmaktan çıkıp ona dönüşüvermiştim.

Çocukluğum onunla geçmişti; buradan önceki evimizde ve birkaç yıl da bu evde. Doksanların başında, askerlik bitince Ankara’da iş bulamayacağı için ondan birkaç sene önce aynı gerekçeyle buraya, turizmde çalışmaya gelen annemle babamın yanına taşınmıştı. Otellerin servis departmanını yöneten işinin ehli bir şef olana dek geçirdiği yıllar boyunca aynı odayı paylaştık. Hemen ikna olduğum absürd-fantastik hikâyeleriyle, eve getirdiği dergilerle ve kasetlerle büyümüştüm. Sabahın erken saatinde, o dönem herkesin evine giren cam kapılı müzik setine Metallica, Sepultura, Obituary, Cannibal Corpse kasetlerini koyar, iki büyük kolonun arasına kafasını yerleştirerek uzanır, bir tür meditasyon yapardı. Hiç kuşkusuz onun sayesinde metalci olmuştum. Metal müzik olmasaydı kurtaramayacağım dönemlerim vardı geçmişimde ve o dönemler kurtarılmasaydı ben de kurtulamazdım –yani, bugünkü kadar bile…

Oysa dayım yıllar sonra eve döndüğünde burada bile değildim. Uzakta, küçük bir sahil kentinde, üniversitenin ikinci sınıfındaydım. “Dayın eve geldi,” demişti annem telefonda, “Temelli boşandılar artık.” Belki çok erken yapılmış iki çocuk, uzun süren geçim derdinin getirdiği anlaşmazlıklar ve yengemin onu aldatması… Belki tamamen ayrı dünyalar sorunsalı… Bunlar sebep-sonuç zincirlemesi miydi, bağımsız parçalar mı? Herkesin bir fikri vardı; herkesin her zaman bir fikri vardı zaten ama kimse, başrollerin ne yaşadığını tamamen anlamazdı.

Ben de anlamamıştım o zaman. Dayıma üzülmüş, yeniyetme bilgiçliğiyle telefonda birkaç teselli sözü sarf etmiştim belki. O yıl her şey çok ilginçti, bunu ancak yaz bitince anlayacaktım.

Üniversitedeki sınıf arkadaşımız Mehmet’in çocukluk aşkı Mine, biz ikinci sınıftayken aynı okulu kazanıp gelmişti. Ayrı geçen bir yılda ayrılmışlarsa da uzun sürmemişti bu. Mümkün değildi; ortaokuldan beri beraberlerdi, birlikte büyümüşlerdi, neredeyse gözlerini açtıklarında ilk birbirlerini görmüşlerdi. Mine’nin olmadığı ilk yıl, normalde iki lafı bir araya getiremeyen Mehmet, derin sohbetlerde, hele birkaç kadeh rakıdan sonra gözlerinin içi gülerek Mine’yi anlatırdı. Aşk veya sevgi namına hiçbir inanç barındırmayan birini bile ikna edebilirdi o haliyle.

Gruptaki en yakınım Özlem, Mehmet’ten ne kadar hoşlansa da Mine’yle ayrılıklarının geçici olduğunun farkındaydı hepimiz gibi. Sonradan, uzun yıllar sürecek bir dostluk kuracağımız Ece’yle ağız birliği yapar, Özlem’i teskin edip Mehmet’e herhangi bir itirafta bulunmaktan alıkoyardık. Mine’yi her anlatışında gözlerine yerleşen parıltı, Özlem’in kursağında derin yutkunmalar yaratırdı. İkinci sınıfta -beklendiği üzere- Mine de şehre gelince, ona bir hoş geldin kutlaması yapmaya karar vermiş, geyik olsun diye de kına yakalım ikisine demiştik. Mine’nin kınasını Özlem yakmıştı. Kaderin katılarak güldüren sinir bozucu gıdıklamaları…

Bütün bunlar, dayımın boşanıp annemlere, bu eve döndüğü kış olmuştu. O kış, ben de Mehmet gibi mutluydum. Gamze adında bir kızla alev alev bir gençlik aşkı yaşıyorduk ve dünya çok güzeldi. Altı aylığına… Altı ay sonra ben de aldatılıp terk edilmiştim. Tatil için geldiğim baba evinde duramadım, her şey buharlaşıp yokluğa karışıyordu. Tüm gerçeklik…

Para kazanmak için, ailemle birlikte bütün çocukluğumun geçtiği o otellerden birinin çamaşırhanesinde çalışıyordum. İki ay demeden ayrıldım işten, duramıyordum. Kazanlarda dönen, silindirlerden geçen çamaşırlarda kendimi görüyordum. Üniversitedeki evime döndüm. Yazın Mehmet’le bir kez haberleşmiştik, o zaman MSN vardı henüz. Şöyle yazmıştı:

“Adamım, ben iyi değilim.
Bir boka battım. Çıkar mıyım bilmiyorum.
Mine’yle ayrıldık. Haberleşiriz sonra…”

Çevrimdışı olup sessizliğine bürünmüştü. Ta ki yaz sonu kente dönene dek. Haberi herkes almıştı ama bilmediğimiz ayrıntıları merak ediyorduk. Mehmet, memleketten bir arkadaşıyla birlikte gelmişti Murat adında. İyi olmadığını ve onu yalnız bırakmamak için geldiğini anlamıştık.

Birkaç gün sonra ekip tamamlanmıştı. İçi gülen gözleri şimdi bomboştu ve orada olmayan bir şeylere sabitlenmişti Mehmet’in. Yolunda gitmeyen bir şeyleri sezişini, paranoyaya dirense de kendini alıkoyamadığı dedektiflik sürecinin sonunda, beline havlu sarmış bir yabancının kapısında Mine’nin onu aldattığını öğrenmişti. Kader hepimizi bir eleğe koyup sallamış, delikten geçip düştüğümüzde neyimizin yukarıda kaldığını anlayamamıştık.

Dayıma göre kader, kişiden kişiye değişen döngülerle herkesi elekten geçiriyordu. Bunu, ezoterik bir sırrı ortaya çıkarır gibi gizemli, vurgulu bir tonla söylerdi. Onun döngüsü beş buçuk yıldı.

“Oturup hesapladım. Her beş buçuk yılda bir, bir bokluk çıkıyor, başladığım yere dönüyorum. Ya işsiz kalıyorum ya parasız.”
“E bunu bilince değiştiremiyor musun?” deyince, bir şeylere hayıflandığı zamanlardaki gibi, eliyle havayı dikine yarar, sanki bir şeyleri yere çarpardı:
“Yetmiyor anasını satayım! Döngünün bir can damarı var. Her şeyi değiştirebileceğin bir nokta var ama onu yakalayamıyorum yeğenim!”

Aynı hesabı yıllarca at yarışlarında da yapmıştı. Atların soyağacını çıkarmakla kalmıyor; ay ay, yıl yıl hangi numaraların hangi koşularda galip geldiğinin çetelesini tutuyordu. Kusursuz el yazısıyla yatay ve dikey sıraladığı rakamların arasında bir düzen, ilahi bir göz kırpış arıyordu. Arada bir ufak tefek bir şeyler kazandırıyordu bu formül ama şeytanın bacağı kırılmıyordu. Buna iman etmişti. Ama bir yerlerde bir hesap hatası yapıyor olmalıydı, çünkü hiçbirimiz hiçbir şeyi kökünden değiştiremiyorduk.

Ben de yıllarca dayım gibi takıntılı hesaplar yapmıştım. Rakamsal değil de stratejik hesaplar. Çok satan, çok okunan bir yazar olmak ama bunu, ilhamını götünden alan kişisel gelişimciler, çaycılar, Allahçılar gibi zavallıca değil eğilip bükülmeden yapmak istiyordum. İyi kazanmak, iyi yazmak, iyi bir evliliğe, iyi dostlara sahip olmak… Dayımın atları okuduğu gibi ben de başka yazarların hayatlarını okuyordum. Sürünen nasıl sürünmüş, kazanan nasıl kazanmış? İyi yazan nasıl iyi yazmış? Asla yapamayacaklarımı eleyip yapabileceklerimden bir sentez yaratmaya çalışıyordum. İyi yazanların kelimelerinden ve ritimlerinden parçalar koparıp kendi sesimi arıyordum bir yandan.

Bir ara neredeyse olacaktı. Tıpkı asla evlenmez sandığım dayımın evlenip çoluk çocuk sahibi olması gibi. Tıpkı Mine’nin Mehmet’le barışması ve şehrimize gelmesi gibi. Huzurun ve mutluluğun birer illüzyon olduğunu anlamak için hepimizin belli bir yolu var, gideceğimiz ama sonunda mutlaka anlama duvarına toslayacağımız. Bütün bunların uzaktaki şimşekler gibi zihnimde çakıp söndüğü; bir an dayım, bir an Mehmet, bir an üniversitedeki ben olduğum o andan sıyrılıverdim. Annemin, babamın ve bilhassa kardeşimin yüzlerindeki kaygı ve hüzün daha netti şimdi. Eskiden olduğu gibi onları sakinleştirecek neşeli, esprili laflarım yoktu ve belki de artık hiç olmayacaktı.

İlkokuldan sonra tamamen benim olan, ben gidince kardeşime kalan, yıllar önce onun dayımla paylaştığı ve şimdi -ne kadar uzayacağını ve bitmek için ne beklediğimi bilmediğim- bir süre benimle paylaşacağı iki yataklı odaya giderken dayım da benimleydi sanki. Elimde valizimle odanın kapısında durduğumda, yıllar önce aynı yerde, aynı biçimde durduğunu hayal ettim dayımın. Aynı yıkımlarla gelmiştik, kaderin kahkahaları kulağımdaydı sanki. Geride bitmiş bir evlilik, bir daha neresinden tutacağımızı bilmediğimiz birer hayat ve bir dünya acıyla gelmiştik. O da durmuştu bu kapıda, biliyorum. İçimiz bomboştu. İçimiz dopdoluydu. Hep kaybetmeye, hem de kaybedişlerin en sahicilerine oynadığı hayatının bir kez daha yerle bir olmasının ardından yıllarca ablası ve eniştesiyle yaşadığı, yeğeniyle birlikte büyüdüğü ama aslında sadece misafiri olduğu bu eve döndüğü o ânı düşündüm.

Gardırobun kapısını açınca beklediğim, alıştığım kokuyu bulamadım: Özkan Dayım’ın kekremsi ten kokusuna karışan parfümü… Ali Dayım’ın da buna benzer bir kokusu vardı; Ankara’ya, anneannemin evine gittiğimde alırdım. Ali Dayım’ın askerde veya İstanbul’da polis okulunda olduğu zamanlardan aklımda kalmış. Özkan Dayım da bu evden gideli yıllar olmuştu evet ama bu dolaptaki kıyafetleri sayesinde hiçbir zaman kaybolmazdı. Doksanlarda giydiği eski püskü kot cekette veya restoran şefliği yaptığı otellerde servise çıkarken giydiği siyah gömleğinde. Oysa şimdi, herhangi bir geçmiş zamandan ziyade, eski bir hayat kadar uzakta kalan o zamanlar, bir yıldız kapısı gibi kaybolmuştu bu dolabın karanlığında. Elimi şöyle bir atsam, tüm bunların başka birinin rüyası olduğunu fark edecek ve rüya sahibi uyandığı için onun hafızasının bir yerlerinde hızla ölmüş bir nöron, bir elektrik kıvılcımı gibi kaybolacaktım sanki.

Eşyalarımı yerleştirmeye hazır değildim. Özenle yapılmış, örtüsü serilmiş yumuşatıcı kokulu yatağa oturdum. Düşüncelerimin yavaşlamasını bekledim bir süre. Sanki olağan hızımla hareket etsem, bu eve, çocukluğuma, kendime dair tüm tanıdıklığım dağılıp üzerimden yerlere serpilecek, çırılçıplak bir yabancı gibi kalakalacaktım. Yeniden başlamak için hazır olmadığımı zaten biliyordum ama hiçbir şey yapmadan durmak, olduğun yeri korumak çok daha zordu. Sürekli bir şeyleri tırmalayıp yine aynı yere dönmekten de zor. Dayım gibi…

Derin bir nefes almalıyım. Çocukluğumdan beri içimde taşıdığım yaşlı bilge böyle yapmamı söylüyor. Düşüncelerimi yavaşlatmalı ve sakin kalmalıyım.

Bu arada… Özkan Dayım öldü. Ölmeden önce doğduğu şehre döndü. Kader bir gün, hiç beklemediği bir anda, asla dönmeyeceğini düşündüğü, çocukluğunun tüm acılarını, travmalarını gördüğü şehre, Ankara’ya sürükledi onu.

Orada öldü, doğduğu yerde. Önceki yıl.
Ve sanırım bu benim suçum.

2 Yorum
  • Nisan 30, 2021 at 1:57 pm
    Semiha satter

    Selam koray, yasantı kaderin tanrı yazgısı olduğu bana çok esotetik geldi. Kader diye bir şey sadece genetik yapımızda vardır. Saç, deri, göz rengi gibi. Boyunun en fazla ne kadar, zekanın en üst düzeyi nekadar, yeteneklerinin en üst tabakası ne kadar bunlar günlerde yazılı olan kaderdir. Ama zekanın gelişmesi, boyun uzaması beslenme ve geliştirilmeye alakalıdır. Beathoven asla piyanist olamazdı, 5 yaşından itibaren ailesi tarafından geliştirilmiş olmasaydı. Bir embesil asla üstün zeka olamaz, ne kadar geliştirilmeye de.

    Bunun dışında kaderini insan verdiği kararlarla kendi çizer. Karşısına çıkan imkanları tanıyıp davranmak zeka işidir. Ama adım atmak karar demektir.

    Hikaye çok güzel, anne dizlerin duruyor mu başımı koymak için… çok güzel.

    • Mayıs 2, 2021 at 12:14 pm
      korays

      Çok teşekkürler. Aslında bu bölümde de romanın tamamında da aynı sorun üzerinde gitmek amacım. Yani büsbütün bir “tanrı yazgısı” kabullenişi yok, temel çatışma da bu. Beğenmene sevindim, çok sevgiler… 🙂

Bir cevap yaz