“
İlk, İsviçreli Doktor Johannes Hoffer’in 1688’de yazdığı tıpla ilgili bir tezde kullanılan nostalji kelimesi, nostos (eve dönüş) ve algia (özlem)¬ gibi Yunanca iki kökten gelmektedir. Uzun süre memleketlerinden uzak kalan askerlerin yakalandığı bir hastalık olarak düşünülen nostalji’nin belirtileri cansız ve süzgün bir görüntü ve her şeye karşı kayıtsızlık, geçmişle şimdiyi, gerçek olanla hayali olanı birbirine karıştırma şeklindedir.
Nostaljinin Geleceği, Svetlana Boym, Metis Kitap, Aralık 2009, s.26
Yabancılaşma: Özlemenin kamburu…
Özlem, gittikçe derinleşen ve yeterince uzun sürerse vazgeçişe dönüşen bir yabancılaşmayla doğar veya önünde sonunda onu kendisi doğurmak zorunda kalır. Ya mevcut olana ya da geçmişte kalana; birinden birine mutlaka yabancılaşırız sonunda. Şimdi, geçmişle; hayal, hakikatle çatışır.
Neyi özlediğini bilmek görece iyidir, bazı sorular cevaplanır böylece.
Neye duyulduğu bilinmeyen özlem ise yılanlar gibi üst üste kıvrılmış soru işaretleriyle dolu bir kuyuya çeker bizi. Özlenen şey gerçek midir yoksa mevcut gerçeklik mi bizi onunla avunmaya itmiştir?
Hiç tanışılmamış, adı konulmamış bir şeyleri özlemek peki? İnsanlık ideali tepeden tırnağa bir düş kırıklığı olduğu için mi böyle bir özleme düştük de Heidegger adlandırdı onu, “dünyaya fırlatılmışlık hissi” diye? Bizi kusan bir başka dünya mı var?
Her şeyin, ama her şeyin ötesinde/uzağında/dışında, uhrevi bir kaynaktan koparılmışız da önce bir bedene, sonra da dinlerin cehennem tasvirine epey benzeyen ama ateşten daha yaratıcı azapları olan bir dünyaya hapsedilmişiz sanki. Fırlatıldığımız dünya, o uhrevi kaynağa duyduğumuz özlemi yok etmemiş. Aksine, oraya duyduğumuz hasretin açtığı gedikten sızmış, insanı hayalle, inançla, imanla kandıranlar. Bazıları oraya Cennet diyor, bazıları Nirvana; bazıları için öyle bir yer yok. Yine de zamanın ve gerçekliğin arkasındaki o Yok-Yer’e duyduğumuz ezeli hasret sürüyor.
Ev neresidir, yurt neresi? Benlik ve karakter nedir? Ben diye bir şey var mıdır yoksa Rimbaud’nun dediği gibi “Ben bir başkası” mıdır?
Eve, yurda, bene duyulan özlem, kendisine bir çare bulmamız için bizi uzaktan bakmaya iter ve yeterince uzaktan bakıldığında her şey anlamsızlaşır. Anlamsızlık denizinde kulaç atmaya başladığımızda ise ailemiz, dostlarımız, her gün selamlaştığımız yüzler, okşadığımız kedimiz, evimiz, yatağımız hatta yüzümüz bile fersahlarca öteye düşer birden. Hepimizin aynaya bakıp “Ben bu görüntüden mi ibaretim?” dediği zamanlar olmuştur neticede.
Tasavvuftaki “hayret makamı” gibi, sanki orada tam da o an belirivermişizdir. Bizi oraya, o ana getiren tüm geçmiş siliniverir. Annemiz konuşurken “Şimdi bu kadın benim annem, öyle mi?” deyiveririz veya “Ben evlendim ve bu konuşan surat da eşime ait yani?” diye teyit isteriz kendi aklımızdan. Bu kozmik, ruhani, varoluşsal yalnızlık, insanı kendi içine doğru ölen bir yıldıza çevirebilir ve sonunda kendi karadeliğinde kaybolmasına bile neden olabilir.
Kaybolur mu? İnsan kendi karadeliğinde kaybolunca başka bir evrene açılır mı? Anlamsızlıktan gebermemek için mi tüm bu aileler, dostlar, iletişim ve inanç, sahiplenme ve aidiyet, ev, huzur… Yalnızlığımıza ilaç sandığımız köklerimiz varlığımızın zehri olabilir mi?
Anlam varsa bile bunu türümüzün en tehlikeli icadıyla, kelimelerle, bulabilir miyiz? Doğru soruyu sormak için söze ihtiyacımız var mı gerçekten? Başka türlü ışıklar gören bir körün içsel gözleri gibi ebediyen sustuğumuzda mı duyarız hakiki anlamları?
Peki anlamsızlık, sandığımız gibi güçsüz mü kılar bizi? Milyarlarla dolu bir sırt çantasıyla gezen mi daha tedirgindir, taşıyacak bir çantası olmayan mı? Öze, başlangıca inemediğimiz için medeniyet sandığımız bu büyük prodüksiyonun, içgüdü ve coğrafya işbirliğiyle armağan ettiği değerlere, duygulara, inançlara sarılırken, tüm bu anlamlandırma arayışı bizi ölümcül bir biçimde yıpratıyor olamaz mı?
E-Bülten
Gelişmeler, yeni yazılar, özel notlar, okuma-dinleme-izleme önerileri haftalık olarak adresinize gelsin.
Teşekkürler!
İşlem tamam!