15 49.0138 8.38624 arrow 0 none 0 4000 0 horizontal https://koraysaridogan.com 300 0 1
theme-sticky-logo-alt

“Yeraltı Kütüphanesi’nde Salvo Yapmıyorum, Olanı Söylüyorum”, Kitapeki, Nazlı Berivan Ak

Koray Sarıdoğan Yeraltı Kütüphanesi adlı dönem çalışması ile okurlarla buluştu. Rock müziğin, 90’lar altkültürünün, müzik yayıncılığının, fanzinlerin başrolünde olduğu bir kültür çalışmasıyla karşı karşıyayız.

Koray Sarıdoğan Yeraltı Kütüphanesi adlı dönem çalışması ile okurlarla buluştu. Rock müziğin, 90’lar altkültürünün, müzik yayıncılığının, fanzinlerin başrolünde olduğu bir kültür çalışmasıyla karşı karşıyayız. Dahası Altay Öktem, Aptülika, Çağlan Tekil, Murat Beşer ve Şenol Erdoğan ile kapsamlı söyleşiler de kitapta yer alıyor.

Indie yayıncılık, el altından verilen fanzinler, Laneth, Mondo Trasho, Akmar Pasajı baskınları… Sarıdoğan ile kitabını konuştuk.
Röportaj: Nazlı Berivan Ak
Kaynak: KitapEki

  • Hayırlı olsun yeni kitabın Koray, Kaosun Kalbi adlı romanın da geçtiğimiz aylarda okurla buluştu. Söyleşimizin odağına Yeraltı Kütüphanesi’ni alalım. 90’larda henüz bir çocuktum diyorsun kitabın başlangıcında. Geriye dönüp baktığında ne kalmış o günlerden bugününe? Senin için 90’lar nasıl geçmiş?

Henüz yayımlanmayan bir romanımın kahramanı, İskender, “Bebeğim, ben yaklaşık 90’ların başından beri hiçbir şeyden keyif almıyorum,” deyince arkadaşı Gizem ona “Çocuktuk o zaman, neyini hatırlıyorsun ki!” diyor. İskender’in cevabı şu: “O yüzden güzeldi ya… Çocuk olduğum için sadece güzel yanını gördüm. Bosna’dan, Körfez Savaşı’ndan, Uğur Mumcu’dan, Metin Göktepe’den, Sivas’tan, Susurluk’tan habersizdim. Allah korumuş, ya doksanları da ikibinler gibi aklıselim yaşasaydım!”

Benim İskender’den bir farkım var: Siyasetin konuşulabildiği, sosyal demokrat ve Bektaşi bir ailenin çocuğu olduğum için olan bitenleri biliyordum aslında. Bu yüzden 90’lardan bana iyisiyle kötüsüyle güçlü bir bellek kaldı. Bir de tabii, dijitalden önce analogla, site/rezidans kültüründen önce mahalleyle tanıştığım için şanslı hissediyorum daima. Bu ikisi beni titiz, dikkatli, sağlamcı ve sıcakkanlı kıldı.

Çocukluk açısından bir yaşa kadar şanssız sanıyordum kendimi aslında. Bir sahil kasabasında büyümüştüm, şehir imkânları yoktu. Ülkeyi, dünyayı olabildiğince takip ediyordum ve kasabaya sıkışmış gibiydim. Şehirle asıl tanışmam üniversite zamanı oldu. Ama önce Çanakkale, sonra İstanbul’u görünce, önce kasabayı, imkânsızlığı öğrendikten sonra şehre gelmenin müthiş avantajları olduğunu gördüm. Çünkü en baştan sahip olunan değil sonradan kazanılan değerlidir her zaman, biliyorsun.

  • Elbette. Dayının hikayesini açmanı isterim, Rock belasına seni bulaştıran o olmuş belli ki. 

Evet, sabahın sekizinde iki büyük kolon arasına uzanıp Sepultura dinlediği, eve kasetler, dergiler, kitaplar getirdiği için sadece Rock değil matbuat virüsünü de ondan kaptım. İyi ki de öyle olmuş.

Ama dayım bunun ötesinde, aramızda gezinen bir roman karakteri gibidir. Bedbaht bir yaşam sürmesine rağmen hepimize sirayet eden mizahı, sorulan soruya on dakika sonra “Ne sormuştun?” diye dönecek kadar dalgın ama mesleği olan servis şefliğinde, tüm komilerini, garsonlarını bir savaş yönetir gibi dikkatle yönetişi, yaş aldıkça bir yandan metal dinlemeye devam edip bir yandan namaz kılmaya başlaması, rafta kurukafalı biblosuyla Kuranıkerim’i yan yana koyması gibi ilginç özellikleri var. Yakın zamana dek aynı kasabadaydık, emeklilik planları başkaydı ama hayat onu yine savurdu ve memleketimize, Ankara’ya döndü.

Rock sevgisi sayesinde yazdığım bir kitabı elbette ona ithaf edecektim. Aslında dayımın hikâyesini de ufak ufak yazıyorum biliyor musun, bir gün bir novella olacak sanırım. Kendisi bilmiyor henüz.

“Dokunduğum kimi sinir uçları çok hassas olduğu için zaten Yeraltı Kütüphanesi ‘ni eleştirilere kendimi hazırlayarak yazmıştım.”

  • Ne güzel haber. Farklı jenerasyonlar farklı bakışlarla, farklı şeyler arayarak okuyacaktır kitabını. Çok sevecekleri ve eleştirecekleri yerler de olacaktır şüphesiz. Örneğin ben “Tonton Amca Turgut Özal” olarak hatırlamıyorum hiç Özal’ı, benden sonraki kuşak içinse neredeyse sevimli, şirin bir siyasi hayalet Özal. Geri dönüşlerde neler duyuyorsun kitapla ilgili?

Özal’ı ben de öyle hatırlamıyorum, o yüzden o yakıştırmayı italik yazdım kitapta. Kitabın politik yönüyle ilgili bir dönüş henüz almadım, ya müzikle ya bütünüyle ilgili yorumlar geliyor. Hiç de olumsuz bir şey duymadım. Ama dokunduğum kimi sinir uçları çok hassas olduğu için zaten kitabı eleştirilere kendimi hazırlayarak yazmıştım.

Eskiyi, olmadığı kadar iyi hatırlamanın üç basit nedeni var aslında: Klişe ama belleğimiz zayıf, bu bir. Bugün, geçmişe bile rahmet okutacak kadar berbat, bu iki. İnsan, malum, zaman içerisinde olumsuz anıları silen bir tabiata sahip, bu da üç.

  • Başlıklandırmalarını çok sevdim, özellikle “Türkiye Rock Tarihinin 11 Eylül’ü: 99 Satanizm Operasyonları” bölümü çok şey hatırlattı bana. Neler hatırlıyorsun o günlerden?

Editörlük sürecinde bu başlıktan vazgeçmem önerilmişti ve ısrar etmiştim, sayende “iyi ki etmişim” dedim şu an. Medyadaki histeri malum zaten, Akmar operasyonu, siyah giyenlerin polislerce toplatılması, gazetelerdeki “Çocuğunuzun Satanist Olduğunu Nasıl Anlarsınız” veya “Gerçek Bir Satanistin Günlüğü” yazıları vs…

Şimdi sana bu medya-devlet operasyonunun küçük bir sahil kasabasındaki etkisini anlatayım: Ben on iki yaşındaydım ve okulda adım “satanist” olmuştu. Dinlediğim kasetler ve beden dersinde veya mahallede siyah renkli veya dayımın eskittiği için verdiği Pantera, Slayer resimli tişörtlerini giydiğim için… Bir ara ölçüyü kaçıran arkadaşlara öğretmenin fırça attığını bile hatırlıyorum çünkü bir tür zorbalık haline gelmişti. Ben umursamadım ama sırf farklı olduğu için bundan yara alan başka çocuklar olduğunu biliyorum. Ama bu gibi hummaları yaratan medyamız için bu hasarların hiçbir zaman bir önemi olmadı.

Ve bir de Coşkunfırat cinayetinin korkunçluğuna rağmen medyadaki bu manyaklığın bende ve etrafımdakilerde ters etki yarattığını hatırlıyorum: Daha da merak etmeye başlamıştık. O dönemki günlüklerimin daha depresif, karanlık, öfkeli olduğunu hatırlıyorum mesela. Buradan yapılacak “medyanın etkisi” çıkarımını da okuyanlara bırakıyorum.

“Bugün çeşit milyonlarca ama kategorize etsen ekol, alametifarika veya moda deyişle “vibe” yaratan kaç örnek vardır?”

  • “90’ların altkültürünü oluşturan yayınları, yayın türüne ve içeriğine göre üçe ayırmak mümkün: Müzik kitapları, müzik dergileri ve fanzinler, edebiyat cephesi.” Bugünün altkültürüne etkilerini nasıl değerlendirirsin ve şu anki ortam nasıl görünüyor? Bir zenginleşme var mı yoksa çoraklaşmanın ortasında mıyız? 

Öncelikle bugün bir altkültür var mı, emin değilim. Herkesin bir derecede görünür olmasını sağlayan internet ve sosyal medya çağında alt ve üst nedir, muğlak. Belki bir geçiş, belki farklı bir alışkanlık; net bir şey söylemek istemiyorum.

Öte yandan bu ne zenginleşme ne çoraklaşma. Bu yeni bir şey: Eskiden çeşit azdı ama bir alametifarika yaratmak amaçlanıyordu. Laneth’in bir alametifarikası, ekolü vardır: Diliyle, hitabetiyle, tavrıyla kurar bunu. Stüdyo İmge’nin üç ayrı dönemi vardır, üçünde de farklı bir misyonla çıkar. Mondo Trasho, görsellik üzerine oturtmuştur dilini, tavrını. Bugün çeşit milyonlarca ama kategorize etsen ekol, alametifarika veya moda deyişle “vibe” yaratan kaç örnek vardır?

90’lardaki üretimin bugüne etkisi büyük bir yayılma alanına sahip değil. Biz 2000’lerde, 12 Eylül’dekinden daha ağır bir makas yedik aslında. Politik iklim ve teknoloji, bir anda değil, aşama aşama, böyle ara makaslar, cımbızlar, ince usturalar kullanarak, küçüklü büyüklü darbelerle, daha kalıcı attı bu makası. Tamam, fanzin yapmak isteyen birinin karşısına Laneth yine çıkacaktır. Ben ilgilisi olduğum için İmge’yi bilirim. Ama basın yayın bölümlerinde, ana akım medyada kaç kişi biliyor bu işleri? Bu anlamda 90’ların en belirgin etkisi, bugün halen çeşitli mecralarda üretmeye devam eden isimleri yaratması olmuştur. Bugünün sahici müzik yazarlarına bakarsak büyük çoğunluğunun 90’larda piştiğini görürüz.

  • Kült isimlerin, örneğin Barış Manço ve Cem Karaca’nın dokunulmazlığı vardır çoğu zaman, sürprizi bozmayayım ama, sert salvolar yapmaktan çekinmiyorsun bu isimlere. Sence bu isimler özelinde gördüğümüz 90’lar mitleştirmesi neden kaynaklı?

Bu isimler 90’lardan önce mitleşmişti zaten, 90’larda aslında düşüş dönemi yaşıyorlardı. Sevelim sevmeyelim, Nihat Genç’in efsane Barış Manço yazısında eleştirdiği gibi, dönemin genç popçularını toplayıp klip çekmesi falan çok zekice ticari hamlelerdir. Ha bu, onların değerinden ne götürür, tartışılır.

Ben bu isimlere hâlâ hayran olan, onları dinleyen birisiyim. Hayko Cepkin, senfonik konserinde Barış Manço söylediğinde bu mirasın farklı zamanlar ve tarzlarla taşınmasına gözleri dolan biriyim. Ama tarihi yazıyorsak, objektif bir arşiv çalışması yapıyorsak, belgenin bize gösterdiğini de görüp yorumlamamız gerek. Kitapta söylediğim gibi, politik zeminden kopardığımız araştırmalar bize janjanlı, renkli ambalajlı sonuçlar gösterebilir ama gerçekçi olmaz. Orada Manço’nun, Karaca’nın Fethullah Gülen’le bağlarını görürken aslında Türkiye’deki politik konjonktürü ve onun sanat endüstrisindeki bağlarını da görecek okur.

Kitapta aslında salvo yapmıyorum da olanı söylüyorum ben. Sorunun cevabı da burada gizli: Biz mitleştirmeyi, kutsallaştırıp tekleştirmeyi severiz. O kadar severiz ki olanı söylemek sanki olmayan bir şeyi iddia etmişiz etkisi yaratır. Biz eleştirmeyi, eleştirilenin yok olmasını arzulamakla karıştırıyoruz. Oysa eleştiri dönüştürmek içindir ve eleştirdiklerimizle yüz yüze bakmayı da bilmeliyiz.

  • Indie yayıncılıktan Şenol (Erdoğan) bağlamında kısaca söz ediyorsun, bu konuyu da açmanı isterim. Bağımsız yayıncılık denemeleriyle ilgili ne söylersin dönemi araştırmış bir isim olarak? 

Pek de samimi olmayan “Biz de Rock dergisi yapalım” girişimleri yapan holdingleri saymazsak o dönemdeki tüm altkültür yayıncıları bugünkü anlamda indie yayıncı zaten. Laneth önce küçük adetlerle çıkıyor, bir ihtiyaca cevap veriyor ki bir anda tekrar baskılar yapıyor. Baskı dediğin de fotokopi yani. Mondo Trasho’nun kimi sayılarını, çalıştığı ofisteki faks makinesiyle yayınladığını söylüyor Esat Cavit Başak. Resmi kimlikli bir dergi olan Stüdyo İmge bile üç kez batıp çıkıyor, üçünde de farklı formatlarla üstelik.

Yani 90’larda üretim altın çağını yaşıyor derken doludizgin, istikrarlı bir seyir var sanılmasın. Sürekli batışlar, çıkışlar, kapanmalar, kadro taşımalarla gidiyor süreç.

  • Çalışmanın sonunda neredeyse 30 sayfalık görsel bir arşiv çalışması var, dönem gazete ve dergilerinden haberler, küpürler, fotoğraflar. Yine bu mini arşive baktığında ne düşünüyorsun, ne hissettin, bunu merak ediyorum. 

Öncelikle “Keşke renkli ve ilk planladığım gibi iç sayfalara yayılarak basılsaydı,” diyorum.

Tüm şu anlattıklarımı taca çıkarmak gibi olmasın ama iyisiyle kötüsüyle özlem hissediyorum tabii. Nostaljiye boğulup da bugünü öteleme hatasını artık yapmıyorum, bugün de seveceğim şeyler bulmaya, yaratmaya çalışıyorum ama o zamanları çocuk olarak değil de genç olarak, içinde yaşamak da isterdim.

Ha, politik kısmına baktığımızda da şunu düşünüyorum: Bizimle sağlam dalga geçmişler… 2000 ve sonrasının politik iklimi ta 1980 öncesinden öyle iyi planlanmış ki çoğunluğu uyandırmamayı, uyananları da umursatmamayı çok iyi başarmışlar. Onca sağ sol çatışmasının, o darbelerin, o liberal politikaların, tarikat-ticaret-siyaset, devlet-mafya-polis ilişkilerinin, öldürülen gazetecilerin nereye çıkacağı aslında cayır cayır belliymiş.

  • Kitabın yeni baskılarında ICQ, mIRC gibi kanallardan da söz et isterim, özellikle mIRC’da bir araya gelen rock dinleyicilerini, müzisyenleri, kültürü oluşturan mini grupları hatırlamak ve hatırlatmak iyi olur sanki. İlk aklıma gelen de Ars Moriendi sohbet grubu tabii. Ekşi Sözlük’ün başlangıcı da bu zamanlara denk gelir mi sence? 

Tam 1999’a denk geliyor. Bunları 90’lar değil de 2000’lere uzantısı gibi düşünmekle yeni dönem saymak arasında kararsız kaldığım için kalabalıklaştırmak istemedim kitapta. Çünkü “90’lar ruhu”ndan ziyade 2000’lerin habercisi gibi geliyor bana. Mesela sevgili Doğu Yücel’in Düşler ve Kabuslar Forum’u da aslında bir altkültür ürünüdür ama 2000’lere geçişin parçasıdır.

Ama bir konuyu eksik bıraktım kitapta, onu ya matbu ya dijital, bir şekilde telafi edeceğim: Bu altkültürle kesişimi olan radyo kanalları. İnsanlar basbayağı evlere, küçük ofislere radyo cihazları kurup yayın yapıyorlarmış, yazma sürecinde öğrendim bunu, çok acayip.

  • Bu kitapla önemli bir arşiv, hafıza tazeleme çalışması yapmış oluyorsun. Sırada ne var? Türkiye’nin alternatif edebiyat olarak adlandırılan alanlarına dair bir çalışma yapmanı, örneğin Türkiye’nin korku edebiyatını hikayesini anlatmanı çok isterim bir okur ve editör olarak. 

Çok leziz konu Nazlı, zaten senden kötü fikir çıktığını hiç görmedim. Korku şu an geçmişle yarının bağını ören bir süreci yaşıyor, hâlâ erken yazmak için. Ama her ne kadar türün kesişiminde olsam da kapsamlı yazabileceğim bir konu mu, emin değilim. Yeraltı Kütüphanesi’nin sadece müzikten ibaret olmamasının nedeni bu çünkü ne kadar sıkı dinleyicisi olursam olayım kaçıracağım noktalar olduğunu biliyordum. Ben bir edebiyatçıyım ve yayıncılıktan ekmeğini kazanan birisiyim; bu yüzden işin içine matbuatı da ekledim. Halihazırda çalıştığım bir mini araştırma var mesela, o da gizemli bir edebi figürle ilgili.

Ben bundan sonraki araştırmalarda bir diğer ilgi alanım olan ezoterizme eğilmek istiyorum aslında, özellikle ezoterizm-edebiyat ilişkisi. KalemKahveKlavye’de bu konuda benim ve sevgili Kubilayhan Yalçın’ın birkaç yazısı var ve çok okunuyorlar. Kubilayhan Hoca’nın belleği ve literatür hâkimiyetine zaten hayranım, onun paylaşımlarını okudukça bu alanda çalışmak beni daha da heyecanlandırıyor.

Ama tabii, asıl oyun alanım roman… Elimdeki öncelikli işler bitince yeni romanlara dönmek istiyorum.

0 Yorum

Bir cevap yaz