Eylül romantizmi ülkenin kalanında erken başladı. Belki biraz da sosyal medya aceleciliğinden…
Alanya’da gündüzleri hâlâ kırk derece eşiğine yakın, geceleri ayıp olmasın diye azıcık esiyor gibi. Geçen kışın, hesapta on sekiz ama işlevde onlarcaymış etkisi yaratan gününü Bayburt’ta karda sürünerek geçirdiğimden beri yaz sıcağıyla, yazın evin dışındaki hayatla barıştım sanırım. İlk kez bir yaz bu kadar sık dışarı çıkıyor, koşu yapıyor, yüzüyor, bisiklete biniyorum. Arkadaşlarımla “İşim var yea…” demeden daha sık buluşabiliyor üstelik eve bile davet edebiliyorum -Bunda Çağla’nın misafir severliğinin ve sosyalliğinin payını yadsıyamam tabii. Öğle sıcağında şikâyet etmeden balkonda kitap okuyorum mesela, hatta havuz başında çığlık atan çocuklara daha az bağırıyorum. Bu iyi…
Öte yandan, bu yaz nedense herkes ve her şey ölmüş gibi geliyor bazen… Zaman öldü, günler öldü, en yakınımızdakilerle birlikte içimizden, derinlerimizden bir şeyler öldü. Bir ay önce gönderdiğim son bültende Elçin’i henüz kaybetmişiz; oysa üzerinden asırlar geçmiş gibi. Unuttuğumuzdan veya acının silikleşmesinden değil, aksine, katmerlenmesinden. Elçin’in gidişini idrak edemeden, önce elinde büyüdüğüm, annem gibi sevdiğim Gülsen Ablamı, sonra da henüz birkaç yıldır tanıştığımız ama başka âlemlerden zaten tanışık ruhların o nadir ve müthiş yol kesişimi sayesinde az zamanda birbirimizi çok sevdiğimiz Özlem Hocamızı kaybettik.
Böyle zamanlarda insan, acıyı sağaltmak ve inkârı zayıflatmak için farklı şeylere sarılıyor: Gidenin anısına, en azından acılarının dinmiş olmasına, bıraktığı iyi şeylere… Bazen de fizik ötesi şeyler uydurmak istiyor. Bazen “Bu yıl gidenler hep özel insanlardı,” gibi geliyor mesela, “Bir devir kapanıyor, ruhâni âlem bizden bir şeyler istiyor. Belki de hak etmediğimiz şeyleri… Bunca çılgınlık ve kötülükle aynı fasit dairede bulunmaması gerekenleri…” Kim bilir…
Dayım, birkaç yılda bir kaderinin çıkmaz sokaklarına denk geldiğine inanır. Bir gün ilahi bir gizemi çözmüş gibi, “Yedi senede bir başa dönüyorum yeğenim,” demişti, “Her yedi senede işsiz ve parasız kalıyorum. Bir yerden kırılacak bu ama tutup çekeceğim yeri bir türlü bulamıyorum. Bir dahakine kesin bulacağım ama…” Bu mantığın daha karmaşık bir halini at yarışlarına da uygulamıştı: Onlarca yıllık at yarışı kayıtlarındaki kazanan numaraları bir araya getiriyor, atların soyağacıyla birleştirip bir yerlerde olduğuna inandığı formülü arıyordu. Dayımın feleğin tekerine çomak sokma çabası hâlâ sürüyor.
2010’du, kadim dostum Fatih’le bindiğimiz taksi Kartal sahil yolunda ters yöne girmiş, karşıdan gelen araçlar bize çarpmadan birkaç saniye önce şoför direksiyonu kırmayı neyse ki başarmıştı. Fatih, ön camın buğusuna bana göstererek bir çentik attı. Oysa kozmik şakacı pes etmemişti; sonraki iki gün içinde iki kaza daha geçirdim. Biri yine Fatih’le bir motor kazasıydı, tekerin kaydığını anladığımda Fatih’i tutup kendime çekmiştim de maket gibi savrulan motordan kurtulmuştum. Diğeri de babamla, öndeki arabaya bindirmiştik bir ani fren hatası yüzünden. Çentiği üçlemiştim, dayımın mantığına göre sıramı savmış olmalıydım. Ama kendi döngümün yeni turu ne zamandır, bilmiyorum.
En son yaklaştığım yer, fotoğraftaki yoldu. Birkaç ay önce, bisikletle gittiğim en uzak mesafeden hep döndüğüm o yerde durup, “Neden sürekli ucuna gelip yapmıyorum ki?” diye düşündüm. Bunu, hayatımın tamamıyla ilgili bilge bir metafor sanmıştım. Oysa altı üstü bir tarafı uçurum olan bir otoban virajından bisikletle geçecektim. Bu fotoğrafı çektikten birkaç saniye sonra, şehirlerarası kamyonların rüzgârıyla savruldum ve zar zor durup bisikletten inmeyi akıl ettim. O sırada uçurumla göz gözeydim. Nietzsche haklıydı, uzun süre bir uçuruma baktığınızda uçurum da size bakıyordu. Şansım yaver gitti, düşmedim ama yolu geçmeyi ve geri dönmeyi başardım.
Oysa kaybettiklerimiz benim kadar şanslı değildi. Oyun da değildi onlarınki. Çok genç yaşta benzer hastalıklara yakalanmışlar ve o büyülü ışıklarını da alıp gitmişlerdi. Sınavları, bir uçurumu bisikletle geçmekten daha zordu. Sevdiklerini kaybetmenin, hâlâ yaşıyor olmana sevinememek gibi çok keskin bir tarafı var…
Birkaç bin yılda bir gökten inen tanrılar gibi, bir sonraki fırsatı beklerken birileri gidiyor elimizden. Belki de gerçekten, düşüş dediğimiz şey doğumla başlıyor.
Belki de The Crow filminin o efsanevi repliği gibidir mevzunun özeti: “Kurbanlar… hepimiz değil miyiz?”
**
Durum malum… Hem arka arkaya gelen kötü haberlerden hem de yas tutarken devam etmesi gereken işlerden ihmal ettim burayı. Bu sayıdan itibaren bir değişikliğe gidiyoruz. Güncele ve işlerime dair “Şahsi ve Muhterem” ve benim günlüğüme, önerilerime dair “Güney Raporları” 15 günde bir burada yayınlanacak. Abonelere bildirimle birlikte her sayıda özel içerikler, mini atölyeler, interaktif içerikler gidecek. Daha fazla detay için aşağıdaki kutudan abone olmanız yeterli.
Çok klişe biliyorum ama bu asırda hayatın kendisi klişe; son notum belli: Erteleme.
Kimle konuşman gereken bir kitap varsa ara; kimin hatırını sorman gerekiyorsa sor.
Yürüme mesafesindeyse bile yarına kalmasın.
Ülkenin güneyinden sevgiler.
Burada olman güzel…