İlk romanı Kadran Kadraj’la edebiyat çevrelerinde kendinden söz ettiren Koray Sarıdoğan, bu defa bir araştırma kitabıyla karşımızda. “90’lar Türkiyesi’nde Altkültür: Rock, Dergi, Fanzin, Edebiyat” alt başlığıyla yayımlanan Yeraltı Kütüphanesi, 90’ların rock altkültürü, İstanbul ağırlıklı olarak, fanzinler, dergiler, müzik ve edebiyat gibi temalar üzerinden inceliyor. Yeraltı Kütüphanesi, 90’ların başındaki stad konserlerinden, 99’daki satanizm operasyonlarına, fanzinler ve fotokopi dergilerden medya gruplarının yayımladığı “Rock dergileri”ne, müzik kitaplarından edebiyat çevresine dönemin birçok veçhesinin kısa kısa incelendiği, okuma listeleri ve kupürlerle zenginleştirilmiş kapsamlı bir giriş kitabı. 232 sayfalık çalışmanın sön bölümünde ise dönemin önemli tanıkları Altay Öktem, Aptülika, Murat Beşer, Şenol Erdoğan ve 7 Nisan 2020’de kaybettiğimiz, rock dünyasının ‘baron’u Çağlan Tekil’le yapılmış röportajlar yer alıyor. Temmuz ayında Karakarga Yayınları tarafından yayımlanan son kitabı vesilesiyle, Sarıdoğan’la bir söyleşi gerçekleştirdik.
Röportaj: Esin İleri
Kaynak: Duvar
Alanya’da doğup büyüdün, hâlâ orada yaşıyorsun. Kitapta anlatılan 90’lar dönemi ise ağırlıklı olarak İstanbul’da yaşananları anlatıyor. Anadolu’dan bakan bir genç gözüyle, 90’larda olan biten nasıl görünüyordu?
Tabii ki bulanık görünüyordu. Bir yaşa kadarki birçok anım öyle zaten. Dayımın eve getirdiği dergiler, kasetler, televizyonda izlediğimiz az sayıdaki müzik programı, stadyum konserlerinin haberleri -ki Michael Jackson İstanbul konserini evde izlemek bile büyüleyiciydi-, sonraki Eko TV dönemi ve 2000 sonrasındaki hareketlenme… Alt kültür ortamı açısından eldeki malzeme buydu, o yüzden birçok şeyi yakalamak, bilmek, hele o yaşta mümkün olmuyordu.
Öte yandan, kitapta da anlattığım gibi, 90’lar bunlardan ibaret değildi tabii. Örgütlü olmasalar da siyaset konuşan, sosyal demokrat bir ailenin çocuğuyum ben. O yüzden bizim evde gündem zaten takip edilir, çocuğun sorduğu sorular geçiştirilmezdi. Bir de şimdi anlatırken fark ettim, aslında farklı ailelerden arkadaşlarımın olduğu misafirlik ortamlarında da biz küçükler siyaset konuşuyorduk. Seçim öncesi parti liderlerinin konuk olduğu programı misafir evinde yan yana uzanıp izlediğimizi hatırlıyorum mesela. Hatta Erbakan’ı, Demirel’i taklit ettiğimizi de. Nereden geliyordu bu taklit? Haber bülteni öncesi kukla şovu vardı mesela Show TV’de, Levent Kırca vardı. Demek ki eleştiri, mizah özgür olduğunda en küçüğe kadar sirayet ediyor politizasyon. O yüzden tamamen dışında kalamıyorsun.
Tamam, 90’larda güldük eğlendik, pek çok şey bugüne kıyasla daha güzeldi, hiç değilse biz çocuktuk yani. Ama büyüdüğüm bu ortam sayesinde asla tozpembe bir yerden görmedim 90’ları. Çünkü Bosna Savaşı’nda kucağında çocuğunun cesediyle koşan aileleri de hatırlıyorum, Uğur Mumcu suikastinden sonra olay yerine giden akrabalarımın anlattığı detayları da, Madımak Katliamı’nı da.
‘İSTANBUL BENİ DOYURDU, BESLEDİ, BÜYÜTTÜ…’
Sonradan İstanbul’a gelip yaşadığında beklediğin altkültür ortamını bulabildin mi?
Benim İstanbul’a gelişim çaresizlikten on dakika içinde alınmış bir kararla oldu. O zamanki kız arkadaşım formasyon kazanıp bir de sağ olsun yol paramı çekip bir hafta benimle iş aramasaydı İstanbul’a dair hiçbir fikrim yoktu. Dolayısıyla bir beklentim de yoktu.
Ama işte, su, yatağında akıyor galiba. İstanbul beni hem alt kültür hem popüler kültür hem de hayat yolculuğum açısından doyurdu, besledi, büyüttü. Hâlâ da yapıyor bunu. Fanzinciliği öğrendim, fanzinlere yazdım veya kendim de çıkardım. Farklı ortamlarda bulundum ama toplama bakarsan ben hiçbir zaman ortam insanı olmadım. Yani sabit bir çevrem, bir klanım veya lobim olmadı. Daha çok yalnız, bireysel takıldım ve yol almaktan, iş yapmaktan korkmayacağım insanları da bu şekilde biriktirdim.
Kaldı ki benim geldiğim yıllar 2000’lerin sonuydu ve bugün konuştuğumuz anlamda bir alt kültür ortamı da kalmamıştı, kalanlar da dönüşmüştü. Bakma, ben arşiv çalıştım, bir kolum arşivde ve akademide her zaman ama üretim alanım itibariyle dijital çağın çocuğu sayılırım.
90’lar hakkında yazılan yazılar genellikle 90’ların karanlık yönünü vurgulayan ve “aslında 90’lar o kadar da iyi değildi” eleştirisiyle karşılaşıyor. Sen bu eleştirilere peşinen cevap vererek açıyorsun kitabını. Yaptığın röportajlarda da 90’ların biri kâbus diğeri rüya gibi gelen iki yüzü açıkça ortaya çıkıyor. Altay Öktem, “Biz Türkiye’nin en faşist, en bedbaht dönemlerinden birini yaşadık ama bir yandan da çok eğlendik” derken, Murat Beşer de “Biz iyiydik, 90’lar kötüydü” yorumunu yapıyor. Dünya’ya baktığımızda Berlin Duvarı’nın yıkılması, Irak’ın Kuveyt’i işgali ve Körfez Krizi, Türkiye’de ise bir taraftan Özal’la gelen liberalleşme, diğer taraftan da yaklaşık 45 bin kişinin yaşamını yitirdiği bir iç savaş varken, müzik ve edebiyat altkültürünü siyasetten ayrı düşünebilir miyiz? Senin araştırmalarına göre, bu gelişmeler kültürel üretimi nasıl etkilemiş, biraz açıklar mısın?
Yeraltı Kütüphanesi‘nin en temel iddiası bu zaten: Herhangi bir konudaki herhangi bir çalışmayı politik zeminden koparırsanız ortaya eğlenceli, renkli malzemeler çıkarabilirsiniz ama gerçekçi olmaz. Tabii bunu yaparken de şu veya bu ideolojinin gözünden bakma hatasına da düşmemek gerek. Edebiyat öğretmeniyken dönemleri de bu şekilde anlatırdım, o zaman anlardı çocuklar Servet-i Fünûn Edebiyatı ile Abdülhamid döneminin ilişkisini… Böyle bakmak lazım.
Doksanları anlamak onu ancak öncesiyle ve sonrasıyla ele almakla mümkün. O yüzden kitabın kapsamını hemen öncesinden itibaren, 12 Eylül darbesiyle başlatıp 2000 ve sonrasına kadar getirdim. İki ayrı dünya savaşı, ardından Blues’u, Caz’ı, Rock’n’Roll’u, Beat kuşağını ve hippileri nasıl getirdiyse aslında öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül de 90’lar alt kültür üretimindeki altın çağı getirmiş. Daha birkaç yıl öncesiyle fiziksel veya manevi bir bağ kuramayan, ülkesinin gerçekliğini haklı olarak anlayamayan, Pop’u, arabeski, magazini, tüketimi reddeden bir kuşak, kendine en yakın ifade biçimi olarak Rock müziği bulmuş ve tüm olay buradan filizlenmiş. Yani diyebiliriz ki 90’lar alt kültürü bir anlama ve anlamlandırma çabasından çıkıyor. Tamam, sıkı sıkıya politize değil ama 2000 sonrası gibi yer yer nihilizme varan o eğilim de yok. Bir yandan 80’lerin Trash Metal ruhunu, bir yandan 90’ların Grunge ruhunu yaşayan bir kuşak bu.
Bu durumu politik ortamla birleştirdiğinde ise aslında bir toplum dizaynı olduğunu görüyorsun. 12 Eylül’den 11 Eylül’e ve 2000 sonrası Türkiyesi’ne giden zaman diliminde hâkim politika “Siz şurada pop müziğinizi, magazininizi tüketin, alışveriş yapıp borçlanın, kupon kesip tabak çanak alın, bizim size acayip sürprizlerimiz olacak,” demiş. Bu zokayı bir anlamda -ama sadece bir anlamda- yutmayan çocuklar da farkında olmadan alt kültürü yaratmış işte.
Yani bir bakımdan da bu alt kültür bir tür çıban, arıza. Sistemin kurgusunda çıkan bir sürpriz. Belki de bu yüzden birkaç sene görmezden gelindi, sonra etinden sütünden faydalanmak için popülerleştirildi ve geriye kalanlar da satanizm, uyuşturucu vs. yalanlarıyla ortadan kaldırılmak istendi.
‘REACTİO’YU KAZIDIKÇA ALTINDAN SÜRPRİZLER ÇIKIYOR’
Türkiye’de ilk fanzin olarak genellikle Antares ya da Mondo Trasho gösteriliyor. Ama 1965’te çıkan Çaydan Çaya ve özellikle 1987’de çıkan Reactio’yu öncü örnekler arasında gösteriyorsun. Ben bu iki dergiyi de ilk kez duydum. Araştırmaların sırasında bu iki dergiyle karşılaşınca neler hissettin? Özellikle Reactio’ya ayırdığın yer açısından senin de çok heyecanlandığını hissettim.
Evet, o konuda hâlâ çok heyecanlıyım çünkü Reactio’yu kazıdıkça altından sürprizler çıkıyor: O zamanın öğrencisi olup bugün ilginç yerlere gelenler. Bu virüs durumları olmasaydı Reactio ekibiyle -ki bugün birçoğu abim-ablam hatta annem-babam yaşlarında- bir araya gelip bir zirve yapacaktık.
Ben o tarih aralıklarında başka sürprizlerin olacağına da eminim. Çünkü Reactio ve Çaydan Çaya da tıpkı Antares veya Laneth gibi “Fanzin yapalım,” iddiasıyla çıkmıyor. Bir şeyler yayımlamak isteyen çocuklar bir araya geliyor, imkân ve ifade olarak da elleri teksir kâğıtlarına, fotokopiye gidiyor. Bu, Türkiye’deki kültür ve altkültür gelişimlerine bakıldığında çok acayip bir şey.
Kitapta bahsettiğin, Yumuşak G, Metronom, Pan, İmge, Korsan gibi müzik kitapları basan yayınevleri Pan haricinde faaliyetlerine devam etmiyor. Buna karşın Kara Plak gibi yalnızca müzik kitapları basan yeni yayınevleri de var. Türkiye’de müzik yayıncılığının geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsun? Biraz daha açarsak, örneğin Bob Dylan’ın şarkı sözleriyle Edebiyat dalında Nobel ödülünü aldığı bir dünyada, müzik kitapları hala “önemsiz” mi görünüyor?
Türkiye’de genel olarak kitap önemli görülmüyor ki sıra müzik kitaplarına gelsin. Öte yandan artık internet gibi bir gerçek var. Tamam, tematik yayıncılık, doğru fikirlerle doğru kişiler ve imkânlar bir araya gelirse bugün hem ticari hem niteliksel açıdan ilgi gören bir alan ama birden fazla atış şansın yok Türkiye’de. O yüzden bir boşluğu, ihtiyacı çok iyi yakalamak gerekiyor.
Müziğin dergisini de kitabını da yapmak çok özel, takdir edilesi bir uğraş. Ama bugünün koşullarında herhangi bir matbu tematik yayının her sayıda artan bir tiraj grafiğine ulaşması imkânsıza yakın. Tiraj arttıran veya yüksek tirajını koruyarak ilerleyen yayınlara bakarsanız arızanın ne olduğunu orada görebilirsiniz. Poster, promosyon, aforizma, ölü sanatçı kapakları gibi enstrümanlar değil önerdiğim; ama bugünkü kuşağa ve okur kitlesine bir işi sevdirmek için işin görsel tarafına ve okura en az bir sorusunun cevabını verecek bir içerik sunmaya özen göstermek gerekiyor. Yoksa “X sanatçısının acayip fan kitlesi var, kitabını yaparsak alırlar,” demek feci yanıltabilir.
*Başlık, Murat Beşer’’in kitapta yer alan röportajından alınmıştır.