15 49.0138 8.38624 arrow 0 none 0 4000 0 horizontal https://koraysaridogan.com 300 0 1
theme-sticky-logo-alt

Koray Sarıdoğan ile Son Romanı Kaosun Kalbi Üzerine, EnSonHaber, Damla Karakuş

Koray Sarıdoğan ile hem ezoterik hem de kozmolojik bir süper kahraman serisinin ilki olarak paylaştığı romanı Kaosun Kalbi ’ni, karantina günlerini ve yazarlığını konuştuk…

Karantina günlerimizde sosyal mesafeden söyleşilerimize bugün Koray Sarıdoğan ile devam ediyoruz. Sürekli üreten biri Koray. Son olarak Kaosun Kalbi adını verdiği romanını yayımladı. Mavi Ejder serisinin ilk kitabı olan bu romanı, ‘hem ezoterik hem de kozmolojik bir hikâye’ olarak tanımlıyor. Öyle çok şeyden konuştuk ki! Hep evde olmak sohbetimize eklemeler yaptı artık. Bu, uzun soluklu bir sohbet. Evde kalma sürecinde olmasak iki bölümde yayınlardım; ama şimdi su gibi akar gider. Bir fincan kahve, mutlaka yapmışsınızdır yanına bir kurabiye alın da okumaya başlayalım…

Keyifli okumalar…
Röp: Damla Karakuş
Kaynak: EnSonHaber

Koray Sarıdoğan ile son romanı Kaosun Kalbi’ni konuştuk #1

ASIL BAŞLANGIÇ OKUMAKLA İLGİLİ

– Koray merhaba! İlk sorum hep aynı, sana da yöneltmek isterim. Koray Sarıdoğan kimdir?  Ulaşılanın dışında kalemi ve duygularıyla kendini nasıl anlatır?

Merhaba Damla. : ) Ulaşılanın dışında çok hayati bilgiler yok açıkçası. Okuyorum, yazıyorum, yazılanları düzeltiyorum, düşünüyorum. Görülenin gerçekliğine tam ikna olamayan, bununla birlikte bir şekilde üreterek var olmaya veya oyalanmaya çalışan biriyim.

– Yazmaya nasıl başladın? Hatırladığın bir tatlı başlangıç hikâyen var mı?

Belli bir başlangıç ânı yok; ama yalnızlıkla ilgili olduğu kesin. On beş yaşına dek tek kardeş olan, çalışan anne ve babanın yalnız uyanan, gün boyu iş yerleri olan otelin orasında burasında tek tük arkadaşıyla düşe kalka büyüyen bir çocuğun, üretmeye eğilimli genlerinin ifade aracı olarak edebiyatı seçmesiyle ilgili. Bu konuda yazmayı tek başına almak da haksızlık olur, çünkü asıl başlangıç okumakla ilgili…

– Senin için heyecanlı bir yolculuk olmalı!

Bizimle yaşayan dayımın kitaplarını merak edip Susam Sokağı ve Çarkıfelek’in yardımıyla harfleri öğrenmeye, bu sayede ilkokula ikinci sınıftan başlamaya kadar giden bir süreç bu. Bir de kitapların efsun kazandığı bir gün var -ki Kadran Kadraj’da bir sahneye de ilham vermiştir: Babamın köyünde, herkesin gitmemem yönünde uyardığı terk edilmiş okul binasına gidip yerlere saçılmış kitaplarla karşılaştığım gün. Sanki hepsinde insanın ve dünyanın tüm gizemleri varmışçasına tek tek açtığım, heyecanlandığım ve o heyecanın halen her kitapta sürmesi…

– Yazma rutinin nedir?

Sıklık anlamında soruyorsak günlük tabii. İşim editörlük olduğundan kendim için yazmasam bile iş icabı her gün ya yazarak ya okuyarak bir anlamda cümle mühendisliği yapmak durumundayım. Ama rutini ritüel anlamında soruyorsan o artık pek yok. Masada içecek sıcak bir şeylerin -mümkünse kahvenin- olması beni tam hissettiriyor. Tütsü yanınca da daha hızlı odaklanıyorum gibi geliyor. Çoğunlukla evde olduğum için her zaman aynı masada olmak da sıkıyor; bazen balkonda, bazen mutfak masasında oturuyorum veya yoğun çalışıp da vücudu yorduğum günlerdeysem yatakta da çalışıyorum. Rutini anlık ruh halleri belirliyor yani.

Koray Sarıdoğan ile son romanı Kaosun Kalbi’ni konuştuk #2

BUNU DEĞİL DİLE, AKLA BİLE GETİRMEKTEN HİCAP DUYUYORUM

– Bizi bu röportajda Kaosun Kalbi buluşturdu. Ancak sosyal medya mesafesinden söyleşebiliyoruz. Romanını konuşmaya başlamadan önce bu zor günleri sormak istiyorum sana. Üretkenliğin açısından nasıl geçiyor?

Valla ben zaten evdeydim, o anlamda bir şey değişmedi. Her boş zamanı da kendime yeni işler çıkararak doldurmakta iyi olduğum için yine yazmaya, üretmeye devam ediyorum. Ama yorulma eşiğim düştü ister istemez, çünkü disiplin konusuna ne kadar takıntılı da olsam sosyal medyadaki kötü haber akışı, sürecin belirsizliği, üzerine bir de insanların cehaletteki ısrarı eklenince kelimeler dâhil her şeyden uzaklaşma sıklığım biraz arttı.

Ama yine de motive olmaya, bazı şeyleri göz ardı etmeye çalışıyorum, aslında buna mecburuz da. Sosyal medyada gündemden bağımsız bir şeyler paylaşınca “Zamanı mı?” diyor bazıları. Evde kendi imkânlarımızla aşı geliştiremeyeceğimize göre bizden ne istediklerini anlayamıyorum.

– Peki ya edebiyat açısından?

Edebiyat açısından cevaplamam gerekirse… Bu günler kurguya nasıl yansır, nasıl ürünler hem benden hem başkalarından çıkar, bunu düşünüyorum ister istemez. Öte yandan fantastik, bilimkurgu, distopya, hatta korku ürünlerinin “gerçekçilikten uzak” diye eleştirildiği yılların ardından tam da onların anlattığı şeylerin hayatımızın ortasına düşmüş olmasının manidarlığını da düşünüyorum.

– Peki kitabının çıkışı da bugünlere denk gelmiş oldu. Bu durum kitabına nasıl yansıdı?

Bunu söylemek için erken de olsa kitap okumak zahmetsiz, kalabalığa ihtiyaç duymayan, yalnız bir eylem olduğu için olağanüstü bir dezavantaj da yaşamadık gibi görünüyor şimdilik. Online kitap siparişlerinde gözle görülür bir artış var. Yayınevim de dağıtım ve okura ulaşma konusunda iyi bir yayınevi, haberdar olmayanları haberdar etmek, kitabı ulaştırmak konusunda iyi gidiyoruz. Ama elbette hedeflediğimiz hız bu değildi.

Her ne kadar tam da yeni kitap sonrası lansman, söyleşiler, imzalar planlarken böyle bir sürece girdiğimize üzülsem de işsiz kalan, işlerinden çıkarılan, geçinemeyen, hastalanan ve hayatını kaybedenlerin olduğu bir ortamda bunu değil dile, akla bile getirmekten hicap duyuyorum, ayrı konu.

Koray Sarıdoğan ile son romanı Kaosun Kalbi’ni konuştuk #3

Kaosun Kalbi ‘nin Kahramanı Tibet Yapayalnız Bir Çocuk

– Romanını konuşmaya karakterin Tibet ile başlamak isterim. Yazarının gözünden kahramanı Tibet’i dinleyebilir miyiz? Tibet sana nasıl geldi?

Proje en başta “bir süper kahraman romanı” fikri olduğu için kahramandan hikâyeye gitmek yerine hikâyeden kahramana gitmek durumunda kaldım. Bu, Tibet’e ve benim onunla ilişkime dair bir handikaptı aslında, çünkü ilk önce evreni, kurguyu, hikâyeyi olabildiğince sağlam örmek durumundaydım. Malzeme zaten elimde, kafamda hazırdı, yani ilgilendiğim konulardı. Tibet’i hikâyeye uyarladıktan sonra geriye kalan en büyük eksik onu derinleştirmek oldu. Tamam, yeteneğini biliyoruz, kahramanlık olayına bakışını biliyoruz; ama bu çocuğun başka neyi var? Çünkü bu serinin uçmalı kaçmalı kahramanlık serilerinden ziyade bir karakter serisi olmasını istiyordum.

– Nasıl bir karakter?

Tibet, yapayalnız bir çocuk. Annesince terk edildiğini düşünüyor. Babası işe âşık olduğu kadının onu terk etmeyeceğine inandığı için onu ararken Tibet’i ihmal etmiş bir adam ve bir süre sonra o da annesinin izinde kayboluveriyor. Öte yandan Tibet, askerliğini dağlarda komando olarak yaptığı için hasarlı bir psikolojisi var. Tüm bunlar nüve olarak vardı en baştan beri; ama yazar, kahramanıyla empati kuramazsa olmuyor. Şansım şu ki bu süreç, benim de askere gittiğim bir süreç oldu ve Tibet’i asıl anlamamı, hissetmemi, derinleştirmemi de bu deneyim sağladı.

– Peki Kaosun Kalbi nasıl bir yazma sürecinden geçti? Araştırmaların, kurguların nasıl ilerledi?

Dediğim gibi, malzemesi elimde hazırdı. Sinopsis aşamasında yüzde sekseni belliydi hikâyenin, tabii ki yolda değişiklikler oldu. Ben ezoterizmle, okültizmle, uçmamak kaydıyla komplo teorileriyle ilgilenen biriyim, bunu dışarı çok yansıtmasam da. Baron Rudolf von Sebottendorf gerçek bir karakter ve kurgusal olarak pek ele alınmamış, oysa derinleştikçe, araştırdıkça envaiçeşit kurguya imkân sağlayabiliyor, onu mutlaka kullanmak istiyordum ve Mavi Ejder’e nasip oldu. Hikâyeyi oluşturan bu hayal ve fikir dünyasını hem hikâyeye, hem de “buradan” bir dokuya uyarlamak kalmıştı geriye. Yanılmıyorsam 2019’un Ekim sonlarında başlayıp Aralık sonunda ilk taslağı teslim ettim. Askerdeyken kendimden ,ama en çok da uzun dönem askerlik yapanlardan yola çıkarak hikâyeyi, Tibet’i düşündüm hep. Bilmediği özel güçleri, çözemediği bir geçmişi olan yapayalnız bir çocuğun bu ortamda neler yaşayacağını, nasıl dönüşeceğini hayal ettim. İçtima aralarında, akşam istirahatlerinde deftere aldığım notlarla askerlik dönüşünde son revizeleri yaptım ki bu da bir iki hafta sürdü; ama hikâyenin asıl ruhunu bulduğu nokta da burası oldu.

Koray Sarıdoğan ile son romanı Kaosun Kalbi’ni konuştuk #4

ÖYLE BİR KURGULAMALIYDIM Kİ O, GÜCÜ KEŞFETMEDEN ÖNCE DE, ELİNDEN ALINIRSA DA KAHRAMAN OLARAK KALMALIYDI

– Tibet bir süper kahraman! Onu kurgularken hangi süper kahramanlardan etkilendin? Senin çocukluk süper kahramanın kimdi?

Sıralama yapmak zor çünkü ben Hollywood’un kahramanlarından beslendiğim kadar bu toprakların hem kurgu hem gerçek kahramanlarından da beslendim. Ama Tibet’le ilişkilendirmek gerekirse, mesela, Batman benim için her zaman ilk sıradadır. Çünkü hem bir dedektiftir, hem de orijininde olmasa da işlevsel olarak bir ninjadır, suikastçıdır. Karanlık, gotik ortam, siyah renk, tüm bunlar çok çekicidir benim için. Ama en önemlisi de şu: Elinden silahı veya gücü alındığında hâlâ kahraman olmaya devam edebilir. Onun için her şey silahtır; silahı yokken de kendisi silahtır. Tibet, Batman gibi değil, onun doğaüstü bir gücü var; ama onu öyle bir kurgulamalıydım ki o gücü keşfetmeden önce de, bir gücü elinden alınırsa da yine kahraman olarak kalmalıydı. Bu çok önemliydi.

–  Burada yöntemin neydi?

Bu anlamda etkilenmeden ziyade kaçınma yöntemini kullandım. “Hangileri gibi olmamalı?” sorusu belirleyiciydi. Öte yandan Mavi Ejder dünyasının arka planı büyük oranda Doğu’nun mistik, ezoterik geçmişinden oluşuyor. Mavi Ejder miti, Tibet’in kullandığı “phurba” isimli Şaman/Budist ritüel hançeri, Tibet’i oluşturan tüm bu yerel unsurlardan yola çıkarak evrensele ulaşmak istedim.

– Koray, Kaosun Kalbi’nde yazarını en çok etkileyen sahne hangisi? Yazarken en çok onu ne büyüledi?

Çok var, hangisini söylersem söyleyeyim spoiler olacak; ama atmosferini, tedirginliğini sevdiğim ve aslında her şeyin ilk nüvelerinin görüldüğü, dağdaki çatışma sahnesi, Beyaz Pars’ın ortaya çıkışı ve sonrasını çok seviyorum. Bir de finaldeki, “sıfır noktasındaki yüzleşme” sahnesi diyeyim. Bu kadar ipucu yeterli : )

Koray Sarıdoğan ile son romanı Kaosun Kalbi’ni konuştuk #5

İNSANLIĞIN 21. YY GİBİ BİR ÇAĞDA BİLE NEDEN KAHRAMANA İHTİYAÇ DUYDUĞUNU SORGULAYACAK

– Roman, Yerebatan Sarnıcı’ndaki iki Medusa kafasının arasında başlıyor. Ezoterik konular, tasavvuf incelikleri, pek çok olguyu bir arada harmanlıyorsun. Bu konular ilgi alanın mıydı? Kabullenmekte zorlandığın gerçeklerle karşılaştın mı?

İlgi alanı sonradan kazanılan bir şey sanırım, ben çocukluğumdan beri bu konuların içindeyim daha çok. Bektaşi bir ailenin çocuğuyum; inanç veya ibadet anlamında bir dayatmayla, öğretilmişlikle değilse de kültürel olarak aklımı, ruhumu besledi bu. İlk kitabım Kadran Kadraj’da uzunca yer verdiğim mistik olaylar, mistik mekânlar, anlatılar bende zaten içkin olan, içinde büyüdüğüm şeyler.

Öte yandan gerçekliği olduğu gibi kabullenmekte zorlanan biriyim zaten. Ama bunu körkütük inanca veya kökten şüpheciliğe vardırmak yerine hem bilimsel, hem metafizik kaynakları araştırarak ortada durmaya çalıştım hep. Yani İbni Arabi’nin Fusûsül-Hikem’iyle Baudrillard’ın Simülakrlar ve Simülasyon’u aynı oranda değerlidir haznemde. Bu noktada en büyük avantajım yazmak, yazabilmek oldu her zaman. Hakikat diye bir şey varsa bile bunu asla anlayamayacağımız için bu bilgileri en azından kurguya, hikâyeye dökerek bir katarsis yaşayabiliyorum. Aksi durumda fanatik bir inançlı veya “üst akıl”ı çözdüğünü söyleyen televizyonlardaki sözde komplo teoricileri gibi olabilirdim. Zaman zaman dünya ve ülke koşulları beni tatlı bir nihilizme sürüklese de anlamsızlık hissini de üretime çevirme güdüsü bir şans benim için.

– Bu arada bahsetmeden geçmeyelim, kapakta Mavi Ejder Serisi diye bir ibare de var. Nasıl ilerleyecek, hangi konulara değinmeyi hedefleyen bir seri bekliyor bizi?

Bu hem ezoterik hem de kozmolojik bir hikâye, bunu sık sık ifade ediyorum. Yeryüzü bizim merkezimiz olsa da ilk kitaptaki gibi yerin altına ve daha sonra göğün derinliklerine gidecek bir hikâye olacak. Bu yolculukta merkez mekânlar öncelikle buranın, Anadolu’nun ve kadim medeniyetlerin bıraktığı kalıntılar olacak. Sadece Göbeklitepe gibi popüler mekânlar değil, mesela halen tam anlaşılamamış ve anlaşılması da pek istenmiyor gibi duran Yarımburgaz Mağarası da olacak.

Benim kurgularımın temelindeki sorunsal ister istemez “insanın ve insanlığın ne olduğu” ve insanın bu gezegenle, bu varoluş alemiyle ilişkisi. Kadran Kadraj daha tasavvuf içerikli bir romandı ve merkezinde aşk vardı, farkında olmadan yeni bir Leyla ile Mecnun hikâyesi çıkarmıştım ortaya. Ama insana, insanlığa bakışım artık oradaki kadar sevgi dolu, esnek değil. İlk romanla Kaosun Kalbi arasında yazdığım bir başka roman var, henüz yayımlanmadı; orada bu mevzuya çok daha sert bir yerden asılmıştım. “İnsan bir temennidir ve henüz gerçekleşmemiştir” diyor ve doğada insandan başka ne varsa onun tarafını tutuyordu. Kaosun Kalbi’nde de bu konuyu “kahramanlar ve medeniyetler” üzerinden ele almış oldum. Eren, Tibet’e “Siz kahramanları kurtarıcı sanıyorsunuz; ama onlar sadece yol gösterirler. Doğru anlarsa insanı yine insan, halkları halkın kendisi kurtarır.” diyor örneğin. Bu, Superman gibi bir mesih-kahraman hikâyesi olmayacak asla; insanlığın yirmi birinci yüzyıl gibi bilimin had safhaya ulaştığı bir çağda bile neden kahramana ihtiyaç duyduğunu sorgulayacak.

Koray Sarıdoğan ile son romanı Kaosun Kalbi’ni konuştuk #6

TEMEL ÖNERİLER AYNI ASLINDA: ÇOK OKU, ÇOK YAZ!

– Edebiyat dünyasında yaptığın başka güzel şeyler de var Koray. Şeniz Baş ile ‘Yazar Adayının Yol Haritası’nı hazırladınız. Biraz bundan konuşalım mı? Belki yazar adaylarına birkaç öneride de bulunursun…

Yazar adaylarına da benim gibi yolda ilerleyen yazarlara da verilecek temel öneriler aynı aslında: Çok oku, çok yaz. Bunu yapmayan usta bir yazar da bir süre sonra tökezler. Geriye kalan ise teknik, sektörel ve şansa dair detaylar; ama elbette bu detaylar da üzerine binlerce yazının yazılacağı kadar önemli ve çetrefilli.

Şeniz’le birlikte hazırladığımız kitap tam da bu detaylarla ilgili. Türkiye’de bir türlü kurumlaşamayan, kendi geleneğini yaratamayan yayıncılık dünyasında eserleriyle yer almak isteyen yazar adaylarına, yazma aşamasından yayınevine gönderilme aşamasına ve buradan sonra gelecek cevabın olumlu veya olumsuz oluşlarındaki muhtemel senaryolara dair teknik bilgileri verdiğimiz, güncel yayınevi dosya kabul koşullarını da eklediğimiz bir e-kitap. Bu konuda ve içerikte Türkiye’de yayımlanan ilk kitap ve e-kitap gibi memlekette yeni yeni filizlenen bir platformda olmasına rağmen bize çok güzel dönüşleri oldu.

– Ve çok yeni bir işin daha var: Ahmet Mithat Efendi’nin Dağarcık Dergisi Arşivi’nden yayımlanmamış yazılarını ilk kez Türkçede okurla, bir e-kitap olarak buluşturdun. Bundan bahsedelim…

Ahmet Mithat Efendi “yazı makinesi” olarak anılır; kimi zaman belli bir yüzeysellikte kalmasına rağmen inanılmaz üretkendir; ama bir özelliği daha vardır beni etkileyen: Gerçek bir entelektüeldir o, belli konulara sıkışıp kalmaz. Bir makine gibi okur, düşünür, sentezler ve yazıp okurla paylaşır. Roman da yazar deneme de, dinle ve felsefeyle de ilgilenir, bilimle de…

Dağarcık dergisi bu zamana dek iki üç makale haricinde hiç üzerine eğilinmiş bir iş değil. Benim 2014’te teslim edip mezun olduğum yüksek lisans tezimdi. 10 sayılık epey geniş içerikli bir arşivi var. Türkçede materyalizm, pozitivizm ve evrim konusundaki ilk yazıların, çevirilerin yer aldığı bir dergi; ama Ahmet Mithat’ın “din aleyhtarlığı yaptığı” sebebiyle kâfir ilan edilerek sürgüne gönderilmesine neden oluyor ki içerikte böyle bir tavrı yok Mithat’ın. Buradaki yazılar sadece felsefeyle ilgili değil üstelik; dil, edebiyat, tarih üzerine çok leziz yazılar var. Ekrem’in, Voltaire çevirileri ve şiirleri var mesela ki bir tanesi daha önce hiç yayınlanmadı.

– Ve sormak istiyorum: Bu işte seni en çok etkileyen şey ne oldu?

Beni en çok etkileyen şeyi sordun ya, tersine bir etkilenme hali üzerinden cevaplayayım: Bu çalışma yıllardır pek çok yayınevine gitti ki bunların içinde Ahmet Mithat külliyatını basan adresler de var. Üstelik tam da o yayınevi, mailimden sekiz ay sonra dönüp “Yayın programımıza uygun değil.” dedi, düşün. : ) Geçen yıl Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları’ndan çıkacak gibi olduysa da oradaki görev değişiklikleri nedeniyle iptal oldu. Ben de artık tematik bölümlerden oluşan bir dizi halinde internetten yayınlamaya karar verdim. Bilime değer veren normal bir ülkede yayınevlerinin peşinde koşması gereken bir işin buraya gelmesi beni epey etkiledi kısaca. : )

Koray Sarıdoğan ile son romanı Kaosun Kalbi’ni konuştuk #7

BİR DAHA AŞKIN O KADAR BELİRLEYİCİ OLDUĞU… BİR ROMAN YAZABİLECEĞİMİ SANMIYORUM

– Kaosun Kalbi’nden önce bir de Kadran Kadraj adını verdiğin bir roman yazmıştın. Bir kitap oluşturma anlamında ilk kitabından ikinci kitabına, yazarlığında ne gibi gelişmeler gözlemledin?

Kadran Kadraj, teknik gözetmediğim bir romandı. Başladığımda yarısına kadar ne yazacağım belliydi. Tıkandığım yerde de hiç planlamadığım bir iç hikâye ekledim; Celal Ayarcı’nın hikâyesi. O bölüm bir gecede yazıldı ve romanın omurgası oldu. Rutin yazamıyordum; hem öyle bir disiplinim yoktu hem tezimi yazıyordum o dönem.

– Sonra ne oldu?

Aradan geçen zaman yazma disiplinini, rutinimi oturttuğum ve daha teknik yazmayı öğrendiğim bir süreç oldu. Teknik derken edebi yönünü arka plana atmak sanılmasın; aksine, edebi gücünü daha iyi ortaya koymak için gereken teknik altyapıdan bahsediyorum.

Bununla birlikte, Kadran Kadraj’ın dokusu, dili, atmosferi çok farklı. Bir daha aşkın o kadar belirleyici olduğu, dilin o kadar lirik olduğu bir roman yazabileceğimi sanmıyorum.

– Başka neler vardı? Ya da nelere hazırlanıyorsun?

Salgın psikolojisinde takvimsel olarak bir hazırlık yapamıyoruz, malumun. Ama ben işin içine takvim, okur, yayın planlarını koymadan yazmaya devam ediyorum zaten. Bu yıl içinde 90’ların alt kültür yayıncılığına dair hazırladığım araştırma kitabım Yeraltı Kütüphanesi, Karakarga Yayınları’ndan çıkacak. Onun dışında yayımlanmamış, tamamlanmayı bekleyen iki romanım daha var. Ve elbette KalemKahveKlavye devam ediyor. Umarım hep birlikte normale döneriz diyeceğim; ama normalimiz de ne kadar normaldi tartışılır tabii…

Damla Karakuş: Teşekkür ederim.

Koray Sarıdoğan: Teşekkür ederim.

0 Yorum

Bir cevap yaz